🐾Hayvan Sevgisi Üzerine

Hayatımın ilk 9 yılı, Ankara’da Abidinpaşa Köşkü’nün hemen yamacında, tamamı dedem kuşağının mülkü olan bağların içerisinde oraya buraya serpiştirilmiş ve her birinde bir akrabamın yaşadığı, önünde küçük birer bahçesi olan eski Ankara evlerinden birinde geçti. Bugünkü halinden çok farklıydı o zamanlar, o yerler.

Geceleri gökyüzü pırıl pırıl olur, oturur yıldızları seyrederdik. Zaten hep akraba biz bize yaşadığımız için son derece güvenlik içerisindeydik. Bırakın hırsızlık olayı yaşamayı, mahallemizin sınır bekçileri olan köpekler bir yabancı fark ettiklerinde havlayarak, hırlayarak onu uzaktan durdurur, asla yaklaştırmazdı. Ta ki tanıdık biri gelip de o kişiyi tanıdığını belli eden davranışlarda bulunana kadar mahalleden içeri adım atmalarına izin vermezlerdi. Bu sadık hayvanlar, bize sessiz bir güven ve huzur ortamı sunarlardı.

Ortam bağlık bahçelik olunca haliyle fare, böcek gibi haşarat da eksik olmazdı. Bunlara karşı doğal savunma yardımcılarımız da kedilerimizdi. Bizim evimiz ortalarda olduğu için köpeğimiz yoktu ama her yıl yavrulayarak büyüyen, çoğalan kedilerimiz mahalleyi doldurmuştu. Hele ki şimdilerde muhtemelen soyu değişime uğramış, o zamanların meşhur o güzelim Ankara kedileri de azca değildi hani. Başka şehirlerden, özellikle de İstanbul’dan gelen misafirlerimizin çocukları bu bir gözü sarı, bir gözü mavi bembeyaz pamuk yumaklarına bayılır, büyüklerimizden yalvara yakara, mızmızlanarak isterler, benim kıskanç korumacılığıma rağmen elimden gidiverirlerdi. Eh, bunlar da oyuncak ya da evin süs eşyası değiller ya; gittikleri yeri yabancılar, uyum sağlayamaz, huysuzlaşır, başlardı evin eşyalarına ve çocuklarına zarar vermeye. Koltukları parçalar, onları severek alan o çocukları tırmalaya tırmalaya çizik çizik yapar, elinden gelen her türlü huysuzluğu sergilerlerdi. Belli ki yalnız kalmış, bunalmış, ayrıldıkları ortamı, kardeşlerini özlemiş, psikolojisi bozulmuş zavallının. Yıl 50’lerin sonu, 60’ların başı. İstanbul dediğin yer dünyanın öbür ucu. Zaten insanların şehirlerarası gidip gelmesi başlı başına bir külfet. Kimsenin aklına bile gelmezdi ki; bu kediyi aldığın yere geri göndersin. Evin büyükleri de bir sabreder, iki sabreder, sonunda “Yeter be” der ve o güzeller güzeli pamuk yumağını sokağa salıverirdi.

Gerçi kendisi de dünyaya dışarıda, bahçeler arasında gelmiş; etrafında dolaşan insanlara, ev yaşantısına alışkın yavrucak, kalakalır tanımadığı, bilmediği, ürkütücü yaratıkların ortalıkta dolaştığı bu ortamda korkulardan korkulara savrularak tek başına. Annesinden ilk eğitimlerini bile tamamlamadan ayrılmış yavrucak. Önüne su, mama koyan yok. Doğma büyüme doğada yaşayan hayvanların büyüklerinden görerek öğrendiği; barınma, doyma, sağlık gibi ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağı konusunda hiçbir bilgisi ve deneyimi yok. Kalır koca şehrin bilinmez bir ortasında sudan çıkmış balık misali yalnız başına. Diğer sokak hayvanları bencil. Paylaşımcı değil. Doğal olarak yaşamak için önce kendi varlığını sürdürmesi gerektiğini ve bunu nasıl yapabileceğini zaten bir sokak hayvanı olan annesinden görmüş ve yaşamı süresince de deneyimleyerek öğrenmiş ve geliştirmiş. Bencil olması bundandır ki bu da onun için bir kusur değil, hayatta kalmasının bir koşuludur. Bizim pamuk yumağı meçhul bir sonla kaybolur gider o koca şehirde.

Ayrıca yazlıklarında sırf çocukları istedi diye, birkaç haftalık mutlulukları uğruna sevimli bir hayvan yavrusunu evine alan insansılar var. Yaz bittiğinde, o masum canı, koca dünyanın bilinmez bir köşesinde, ıssız, korkunç bir yol kenarına yapayalnız, çaresizce terk eden vicdansızlar… Onların umursamazca bıraktığı yavrunun gözlerindeki korku, hissettiği yalnızlık ve küçücük kalpte açtığı o derin yara, yaşadığı sonsuz kırıklık… Geriye kalan, bir canın yitip giden mutluluğudur… Belki de canın ta kendisi. Akıllarından bile geçmez onların…

Geçenlerde sosyal medyada şöyle bir yazı ile karşılaştım:

Köpeğinizi, ondan bıktığınız, rahatsız olduğunuz ya da tatile çıkmanıza engel olduğu için köpek oteline ya da barınağa bırakıp terk ettiğinizde… O, sadece oturur ve bekler. Sessizce, sabırla… Kendisini almaya geleceğiniz o anı bekler.

Bir saniye, bir dakika, bir saat, bir gün, aylar, yıllar geçer… Ama o bekler. Neden beklediğini bilmez, sadece sizi bekler. Çünkü size güvenmiştir. Sizi bütün kalbiyle sevmiştir. Sizden farklı olarak o, sizi hiçbir koşulda terk etmeyi düşünmemiştir.

Bu yüzden, iyi dinleyin. Evcil hayvanlar birer oyuncak değildir. Onlar bir can taşıyorlar. Bir evcil hayvanı sahiplenmeden önce iki kere düşünün. Bu, bir canlıya ve ona karşı sorumluluklarınıza da sahip çıkmaktır. O, ailenizin bir üyesi olacaktır.

Lütfen onu asla terk etmeyin… En iyi dostunuzu kaybetmek istemezsiniz.”

Evet. O bir canlıdır ve aranıza sonradan katılmış olsa da, katıldığı andan itibaren o ailenin bir ferdidir. Eşler çocuk sahibi olmaya karar verdiklerinde aslında hayata bir can getirmeye ve yaşamı boyunca koşullar ne olursa olsun, ona sahip çıkmaya, korumaya, kollamaya karar vermişler demektir. Bir hayvan sahiplenmenin de aslında bundan bir farkı yoktur. Biyolojik olarak sizden olmasa da, sizin yapınızda, sizin biçiminizde, sizin görünümünüzde olmasa da her ne kadar şimdilik yasal bir dayanağı olmasa da bir canlıyı evlat edinmişsinizdir. O artık sizin bebeğiniz, evladınız, çocuğunuzdur. Eğer hastalıklı bir ruha sahip değilseniz; bebeğinizden sıkılıp onu sokağa atabilir misiniz?  Ona gözünüz gibi bakar, temizler, doyurur, uyutur, büyütürsünüz değil mi? Kedi, köpek, kuş ya da her neyse bebeğiniz de aynen böyle bakıma ve eğitilmeye muhtaçtır. Evladınız bir yaramazlık yaptı, sizi bunalttı diye ondan rahatsız olur, sıkılır, sokağa atar mısınız? Bir “öf” çeker, ona yaptıklarının hoş olmadığını diliniz döndüğünce anlatır ya da anlamasını sağlayacak vücut dili kullanırsınız. Hayvanlar vücut dilinde çok iyidirler; kullansanıza vücut dilinizi. Sırf bu nedenle onu sokaklara terk etmek hangi vicdana sığar? Bazı zamanlar, çocuğunuzu birlikte götürmenize olanak olmayan koşullarda, eşinizle birlikte bir tatile, bir geziye çıkmak istersiniz. Evlâdınızı güvendiğiniz ve onların da onu sevdiğini bildiğiniz bir yakınınıza, ailenize bırakır, tatil dönüşü hemen gider, hasretle kucaklayarak yuvasına döndürürsünüz. Başka bir türden olan evlatlarınızdan bu davranışı neden esirgeyesiniz ki?

Kendimi bıraksam, bu konu üzerinde daha uzun süre yazabilirim. İnsan olmanın onurunu taşıdığımızı ve ailemize karşı sorumlu olduğumuz gibi, dünya üzerindeki tüm canlılara da sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız. Bir hayvan sahiplenmek, ona ömür boyu sorumlulukla bakmayı gerektirir. Hayvanlarımızı terk etmenin onların yaşamlarını nasıl derinden etkilediğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Unutmayın, onlar bizlere güveniyor ve karşılıksız seviyorlar. Biz de aynı sevgiyle karşılık vermeli, onları korumalı ve sahiplenmeliyiz. Vicdanımızın sesini dinleyelim; onlara bir oyuncak değil, ailenizin bir üyesi gibi yaklaşalım.

Güzel bir dünya için…

Havası, suyu, taşı, toprağıyla bu dünya hepimizin. İnsan, hayvan, ağaç, orman; her şey, birbirine bağlı ve bir bütün. Varoluşun özünde, doğanın her bir parçası eşit ve birbirine muhtaç. Hepsi bir, hepsi tek bir hayatın farklı yansımaları.

Kalın Sağlıcakla;

M. Haluk Saran / 4.10.2024

5 Comments

  • Harika arkadaşım aynı duyguları paylaşıyoruz🙏🏽

  • Cok guzel ,okudum.. insansilar keske böyle bir sey yapmasalar.Hele eziyet eden vicdansizlara diyecek sey bulamiuorum

Bir yanıt yazın