Merhaba Dostlar;
Çocukluğumdan beri kitapları severim. Daha okula bile başlamamışken üstelik. Babam o dönemlerde en sevilen cep dergisi olan “Bütün Dünya“yı düzenli olarak alırdı. Okurken ilginç bulduğu yerlerden alıntılar yapıp ortaya konuşurdu. O okuyup bir kenara bıraktıktan sonra ben alır, halıya yüzükoyun uzanır, büyük bir keyifle sayfaları çevirir, resimlerine bakar, babamın alıntı yaptığı sayfalar ile bağlantı kurmaya çalışırdım. Hatta Hollandalı grafik sanatçısı Escher’in algı boyutlarını zorlayan çizimleri ile o zamanlar tanıştım ve çok hoşlandım. Okul çağım başladıktan sonra okul zamanlarında ayda bir, yaz tatillerinde haftada bir kitap alırdı bana, en ilgimi çekenlerden. Sonraları zaten ben istediklerimi sipariş eder oldum. İlk gençlik yıllarımızda mahalleden kitap kurdu birkaç arkadaş doğum günlerimizde birbirimize kitap hediye eder olduk. Yine babamın bana verdiği; bir çocuğun anlayabileceği temel bilgiler beni elektronik amatörlüğüne yöneltti. Bu nedenle; her ne kadar hâlâ ayda bir roman, hikâye okuyor olsam da konusu elektronik olan kitaplar okuduklarım arasında daha fazla yer almakta idi.
1974 yılı sonbaharında üniversite eğitimim için Trabzon’a gittim. İlk yarıyıl yurtta kaldım. Ancak siyasi olaylar kademeli olarak artmaya başlayınca yurtlarda huzur kalmadı, ben de babamın çalıştığı kurumun misafirhanesinde küçük bir odaya yerleştim. Fabrika personeli babamı yakından tanıdıkları ve onu çok sevip saydıklarından dolayı bana da ellerinden geldiğince yardımcı oldular. Bekçiler akşam yemeği saatinde soba üstünde pişirdikleri hamsiye ortak olmam için “torunum gel ekşili hamsi var” diye çağırır, Müdür Bey ev ortamı özlemimi karşılamak için kimi akşam aile sofrasına davet eder, yemekten sonra çay içer, televizyon seyrederdik. Bir akşam sehpanın üzerindeki kitaplar dikkatimi çekti, alıp şöyle bir sayfaları çevirdim. Yazarı ‘Halikarnas Balıkçısı’. Kitabın adını hatırlayamıyorum. “Okumak istersen ödünç verebilirim” dedi evin oğlu, seve seve aldım. Akşamları yalnız kaldığımda yapacak bir şey yok. Hikayelerin hepsi hoşuma gitti ama birinden çok etkilendim.
Üniversite süresince ve mezuniyet sonrası uzmanlaşma dönemimde doğaldır ki mesleki yayınlar kitaplığımda baş köşede yer aldılar. Yurtiçi yetmiyor, 80’lerin kısıtlı imkanlarıyla yurtdışından da kitaplar, dergiler getirtiyordum. Neredeyse mesleki yayınlar dışında kayda değer pek bir şey okuyamaz olmuştum.
1983’te evlendik. Eşim Buket son derece sosyal, ben ise elektronik ve bilişim teknolojileri alanında tırmanışa geçmiştim. Ana ilgi alanlarımız aslında birbirimizi neredeyse hiç ilgilendirmiyordu ama bir geniş yelpaze gibi sosyal yönden o, teknik yönden ben birbirimizi tamamlıyorduk. Bu da aslında kendimize alanlarımızda bağımsızlık ve özgürlük sağlıyordu.Bu arada yavaş yavaş aile dostları yapmaya da başladık. Buket’in yurttan arkadaşı Eczacı Nermin ile eşi Tabip Yüzbaşı Adnan da bu dostlarımızdandı. Adnan da Buket gibi genel kültürü kapsamlı olmasına karşın Nermin çok konuşkan değildi. Bir araya geldiğimizde bir iki hoş beşten sonra laf lafı açar ortaya bir tartışma konusu açılır, ikisi hararetli hararetli durmamacasına konuşurken, Nermin’le ben boş boş bakardık. Bir değil, iki değil her zaman bu böyle olunca artık benim de canım sıkılmaya başlamıştı. Bir şekilde taraf olmalıydım ama nasıl?
Birgün işyerimizin marketinde bir kitabevi stand açtı. Haliyle ben de öğlen yemeğinden sonra damladım. Aaa o da ne; tam onyedi kitaplık ‘Halikarnas Balıkçısı’ seti. Derhal aklıma Trabzon’da okuduğum o hikâye geldi ama ne hikâye ne de içerisinde yer aldığı kitabın adını hatırlayabiliyorum. Olsun, ben de tüm seti satınaldım ve işe gidiş gelişlerde başladım okumaya. Okudukça Ege tarihine de merak sarmaya başladım. Denizcilik zaten ilgi alanımdaydı. Hafta sonları Akıncı’dan Ankara’ya her inişimde mutlaka en az bir saatimi Kızılay’daki kitapçılarda geçirir, bu ve benzeri konularda da kitaplar arar, ilgimi çekenleri alır ve sanki uzun zaman susuz kalmış, okumaya susamışçasına hızlıca okurdum. Birkaç ay bu böyle sürdü gitti. Teknik konuları okumayı terk etmemiştim ama artık sosyal alanda da ufkum oldukça açılmış gibiydi. İyi gidiyordu. Hatta işe gider gelirken kafamda hayali tartışmalar açar, kendi kendime eni konu tartışırdım.
Tarih 1996’nın ilk aylarıydı. Yine bir Cumartesi akşamı bizim evde bir araya geldik. Her zaman olduğu gibi yine laf lafı açtı, konu döndü dolaştı, o aralar Yunanistan ile taze yaşanmış, dumanı üstünde bir olay olan Kardak Krizine, haliyle Ege dolaylarına geldi. Bir iki siyasi, uluslararası ilişkiler tartışmasından sonra konu Ege denizine, denizciliğe, denizcilik tarihine odaklanmaya başladı. Piri Reisler, Turgut Reisler, diğer Kaptan-ı Deryalar adeta bana gülümseyip göz kırparak “Haydi tam zamanı!” dercesine birer birer gözümün önünden geçtiler. Yüce Rabbim verdikçe veriyordu. Konu hep çalıştığım yerlere yönelmiş bana adeta davetiye çıkarmıştı. Sanki bana “Haydi ya kulum, sıra sende. Haydi! Şimdi! Aganta!” diyordu. Üstelik kaptanlık ehliyetimi de yeni almışım. “Öhöm öhöm” diye iki karakteristik öksürükle laflarını balla kestikten sonra “Biraz nefeslenin bakalım. Bu konu biraz sizi aşar!” dedim sırıtarak. Şaşırdılar, sustular, söz söyleme sırası nihayet bana da gelmişti. “Bu konuyu etraflıca konuşabilmemiz için öncelikle temel denizcilik bilgisine sahip olmamız gerekir di mi?” diye konuya girdim. “Söyleyin bakalım ‘Aganta Burina Burinata’ ne demek?” diye sordum. Elbette bunun Halikarnas Balıkçısının romanı olduğunu biliyorlardı. İkisi de bıyık altından gülümseyerek “Aman bu mu yani?” der gibi baktıktan sonra “Evet biliyoruz” dediler ve kitap hakkında konuşmaya başladılar. “Evet kitabın adı bu. Ama bu cümlenin anlamı ne? Hı? biliyor musunuz?” diye üsteledim, işte bunu bilmiyorlardı.
Bu günlük bana ayrılan köşenin sonuna geldik. Bir sonraki yazımda detaylarda görüşmek üzere…
Sağlıklarla, sevgilerle, denizlerle kalın.
.
M. Haluk Saran / 22.04.2022