Merhaba Dostlar;
Bugün sizlerle bir lise anımı paylaşmak istiyorum.
Tam gün eğitim gördüğümüz dönemlerdeydik. Öğlen yemeği arası bitmiş, öğrencilerin çoğu sınıflarında toplanmış, tek tük gelenler de tamamlandıktan sonra hocalarımızın sınıflarına gelerek derslerine başlamalarını beklediğimiz sıradan günlerden birisindeydik. Sınıflara bir uğultu hakimdi.
Kapalı olan sınıfın kapısı bammm diye bir tekmeyle açılır. Üzerinde açık deve tüyü renkli ceketi, suratı ergenlik sivilceleriyle dolu dört göz bir genç, Cem Karaca’nın Dadaloğlu şarkısının giriş nakaratını haykırarak içeri girer:
“Aay’idooo…ooost Caaanım Hey!”
İşte o yakışıklı bendim.
Birkaç arkadaş alkışlar, kimisi “bravo” diye haykırır ama çoğu kendi halindedir, aldırış etmez. Dört sene süren lise eğitimimin sonuna gelmiştim. Sınıfta kalarak tekrarladığım 5-Fen-H sınıfının çoğu elemanı ile sınıfta kalmadan gelenler 6-Fen-D olarak devam ediyorduk. Anlayacağınız sınıf zaten birbirine aşinaydı. Yeni arkadaşlarla da zaten çabucak kaynaşmıştık. Aramızda ayrı gayrı kalmamış, bir bütün olabilmiştik.
Okula mahalle ve çevre mahallelerden, Atatürk Lisesi’nde farklı sınıflarda okuyan – içlerinde tek tük sınıf arkadaşlarımın da olduğu – kalabalık bir grup halinde, belediyenin “Kocatepe” otobüsü ile gelir, Sıhhiye durağında iner, karşıya geçip Etibank’ın yanındaki Cihan Sokağa girer, doğruca okula ulaşırdık. Çıkışlarda ise kar, yağmur varsa yine aynı yönden durağa ulaşır, “Kocatepe”, “KüçükEsat” – artık hangi otobüs denk gelirse – atlayıp evlerimize dönerdik. Hava güzel ise, yorgun da değil isek Sezenler Sokak’tan Necatibey Caddesi’ne seğirtir, genellikle İzmir Caddesi üzerinden Kızılay’a çıkar, belki Goralı’da bir sandviç ya da o zamanlar yeni yeni moda olan yarım döner ekmek alır, yiye yiye ara sokaklarda kaybolur, teker teker dağılarak evlerimize ulaşırdık.
Öğrenim hayatım boyunca Tarih dersi ile aram hiç iyi olmamıştı. Hele de liseye başlayınca Tarih, üzerime dev bir sakız gibi yapışmış, bitirene kadar da yakamı bırakmamış, başımın derdi olmuştu. Hatta ikinci sınıfta Cebir, Biyoloji, İngilizce ve Tarih derslerinden bütünlemeye kalmış, yaz boyunca Kocatepe Camisi inşaatının dibindeki köşkten bozma, o zamanlar “Büyük Dershane” diye bilinen yerde kurs almıştım. İlk üç dersten 6, 7, 8 alarak geçtim. Tarihten ise tek derse kalmıştım; nasıl alınıyorsa artık, yine bir kursa gittim ama bu kez de sınavda başarılı olamadım, akabinde sınıfta kalıp öğretim hayatımın en büyük ikinci[1] darbesini yemiş oldum.
Aldığım kurslar bu üç dersten temelimi güçlendirmişti. Özellikle Cebir ve İngilizceyi ikinci kez tekrarlamak sayesinde özümseyerek güzelce öğrenme fırsatım olmuştu. Bu da bana hem üniversite hayatımda hem de iş hayatımda değeri ölçülemeyecek faydalar sağladı. Böylece, o zamanlar hayatımı karartan o travma, yıllar sonra altın değerinde bir tecrübeye dönüşmüş oldu.
Gel gelelim son sınıfta Tarih yine yakama yapıştı. Fen ve Matematik dersleri ile İngilizcem sorunsuz olarak ilerlerken, bir iki ders kritik çizgide kalmıştı. O yaz da Tarih dersinin yine peşimi bırakmayacağını kabullenmiş, yanında gelecek dersleri en aza indirmek için çalışmalarımda onlara ağırlık verip temizleme operasyonuna girişmiştim. Şükran Hanım’ın Edebiyat dersi de bunlardan birisi idi.
Sene sonuna doğru Şükran Hanım kurtarma sözlülerine başlamıştı. Çok da zor sorular sormuyordu aslında. Bizi kitabımızla birlikte tahtaya kaldırıyor, rastgele bir sayfa açıyor, o sayfaya denk gelen parça ya da şiiri okutup bunun açıklamasını yapmamızı istiyordu ama ben heyecanıma ve korkularıma bir türlü engel olamıyordum. Ders çalışırken, kitapta anlamca tereddütte olduğum kısımlara kısa notlar, açıklamalar yazmıştım.
Sıra bana geldi.
“Al kitabını, gel tahtaya” dedi.
Divan edebiyatından bir şiir geldi. Sayfayı açtım ki, oh ne güzel, notlarımı da almışım.
Şiiri okuyup, şıkır şıkır açıklamalara başladım ve bitirdim.
Yüzümde mutlu bir ifade, “aferin otur, geçtin” demesini bekliyorum.
“Aferin, ne güzel anlattın öyle” dedi ve “Ver şu kitabını bir göreyim” dedi.
Ben, ders çalışırken kitaba not almanın gayet doğal olabileceği düşüncesiyle tereddüt etmeden uzattım kitabı.
“Hımmmm, kopya ha! Otur. Sıfır.” dediği an dünya başıma yıkıldı sanki.
Ben “Ama hocam, onlar not…” falan dedimse de dinletemedim.
Tarihin yanına şimdi adını hatırlamadığım bir ders ile birlikte, bir de Edebiyat eklendi…
Bir o eksikti, o da geldi, takım tamamlandı!
Nasıl öfkeliyim. Nasıl köpürüyorum.
“Ben şimdi bu kadına ne yapayım?” diye düşünüyorum.
Beni dinleyen arkadaşlarım bana hak veriyorlar hep. “Ayıp etmiş” diyorlar. Mahalleden bir arkadaşım bana bir el yayı verdi. “Al bununla parmaklarını güçlendir. Olur da bir gün karşılaşırsan; ‘ooo hocam ver elini öpeyim’ der, elini yakaladın mı öpersin ama bu arada kemiklerini de birbirine geçirmiş olursun” diye dahiyane bir fikir verdi.
Ben o yaz boyunca hem canımı dişime takarak, tatil bile yapmadan ders çalıştım, hem de bir yandan parmaklarımı güçlendirdim.
Neyse, sınavları kazasız belasız verdim.
Bir yıl sonra da üniversite eğitimim için Trabzon’a gittim.
Haliyle bir daha Şükran Hanım ile karşılaşma imkânım olmadı. Olsa da zaten benim de öfkem yatışmıştı. Bir şey yapmazdım. Hayattaysa sağlıklar, değilse Allah’tan rahmetler diliyorum.
Parmaklarımın gücü ne mi oldu?
O yaz yaptığım çalışmalar sayesinde şimdi kavanoz kapaklarını kolaylıkla açabiliyorum.
Kısacası… Hanım’a yaradı yani.
Kalın Sağlıcakla,
M. Haluk Saran (1019 / Ankara Atatürk Lisesi)
20.06.2020 – Altınoluk
Dip Not:
[1] Birinci darbeyi ilkokul değişikliğinde Mendebur M’den yemiştim. O da yazacaklarım Arasında.

Arka sırada sağdan birinci benim.
Elinize kaleminize sağlık 🥰
Çok güzel anlatım.öğrencilik günlerime götürdün.yüreğine sağlık.kalemin daim olsun
Benim de üniversite hayatımda benzeri durumlarım oldu, Ankara Hukuku 7 yılda bitirdim, 2. diplomamı alacaktım neredeyse, tecrübesiz olduğumuz tecrübeler kazandığımız üniversite yılları… Eline kalemine sağlık Haluk bey büyük bir zevkle okudum ve okurken sanki o anları ben de yaşamış gibi hissettim, edebiyat ve tarih derslerindeki tekrarlar olumlu meyvelerini halen vermekteler, selam ve sevgilerimle
Ne güzel ben pek bişey hatırlamıyorum o yıllardan. Farkettiğim bişey var hs gi lisede okursan oku hocalara takılan işi ler aynı
Mendebur Sıfırcı gibi
Sevgili Haluk paylaştığın bu anın sadece bir okul hatırası değil, aynı zamanda 1970 yılların ruh halini, gençlik öfkesini, haksızlığa karşı duyulan tepkiyi ve zamanla gelen olgunlaşmayı çok etkileyici bir şekilde yansıtmışsın…
Her satırında gençliğimizin o coşkulu adaletsizlik duygusu, haksızlığa karşı içten gelen öfke ve sonunda hayatın ustaca verdiği dersler saklı.
Şükran Hanım’la yaşanan o sahne, birçok öğrencinin hafızasında yer eden benzer adaletsizlikleri hatırlatıyor insana.
O anda yaşanan kızgınlık büyük, ama yıllar sonra o kızgınlığı bile tebessümle anlatılabilmesi… İşte olgunluk dediğimiz şey böyle birşeymiş.
O yıllarda bizde kopya çekerdik, kopya o yıllarda aslında öğrenmenin bir başka yoluydu? Kitabın notlarını görünce Hoca açısından ‘kural’ ihlali gibi görünse de öğrenci penceresinden bu olay, kalbe dokunan bir travma. Ama en güzeli, bu hikayenin sonunda öfkenin yerini mizaha, hayal kırıklığının yerini ise yaşam deneyimine bırakmış olması. O el yayıyla güçlendirdiğin parmakların bugün kavanoz kapağı açmasına yarıyor olması…
İnsanın içini ısıtan bir ‘geçmişle barış’ hikayesi bu.
Bu satırları okuyanın yüzünde buruk bir gülümseme bırakıyor, o anlarını anımsayıp ‘Ben de bir zamanlar öyle hissetmiştim’ dedirtiyor.
Yüreğine sağlık dostum…
Geçmiş, ancak böyle anlatıldığında bir anlam kazanıyor.
Teşekkür ederim Dostum.
O anıları birlikte yaşadık.
Fotoğrafta sen de varsın, götmüşsündür.
Teşekkür ederim Dostum.
O anıları birlikte yaşadık.
Fotoğrafta senin de olman lazım, götmüşsündür.
Ankara sokaklarını gezdirdin,okul yılları nı hatirlattin ,çok güzeldi, çok teşekkürler