Bizimkisi Bir Aşk Hikâyesi
Uzun yıllar geçmiştir. Seneler öncesinde kalan okul arkadaşlarınızla, mahalle, çocukluk arkadaşlarınızla yolunuz tekrar kesişmiştir. Birbirinizi süzersiniz. Belki ilk seferde hafızanızda kalan kişiye benzetemezsiniz bile. Hepinizde karşılıklı bir merak. Bunca sene ne olmuştur, hangi yollardan geçilmiştir, neler yapılmıştır, neler yaşanmıştır, çoluk çocuk var mıdır?
Hemen hemen herkes yaşamıştır bu anları. Evliyim, emekli oldum, üç çocuğum var, ikisi çalışıyor biri hâlâ okuyor gibi ilk temel bilgiler alındıktan sonra biraz daha detay bilgiler gıdıklar meraklarımızı. En meşhur soru da şudur; “Sahi sen eşinle nasıl tanıştın?”
Doğal olarak böyle durumlarda benim de en çok karşılaştığım bir sorudur bu. Haydiii gel şimdi anlat bakalım. Sorarım; “Vaktin var mı?”. Benim de vaktim varsa oturur uzun uzun anlatırım. Yoksa, “daha geniş bir zamanda anlatırım” der gelecek zamana havale ederim.
İşte şimdi hikâyemizi herkese anlatacak fırsat geldi. Bundan sonra da bunu kısa sürede anlatamayacaklarıma referans gösterebileceğim bir kaynağım olacak.
Farkındayım; başlık Kayahan’ın bestesi gibi oldu. Hatta “Siyah-Beyaz film gibi biraz” diye de devam ettirebilirim. Haydi, şöyle bir 1970’lerin son iki, üç yılına uzanalım birlikte…
Üniversitenin son yıllarındayım, Karadeniz’deyiz; Trabzon’da. İlk yıllarım biraz haytalıkla geçse de mesleki dersler başladıktan sonra okul beni oldukça sarmıştı, ilgim üst düzeydeydi ve vasat öğrencilikten çalışkan öğrenciliğe geçiş yapmaktaydım. Okul bitmek üzere, son iki yılda atağa geçtim, oldukça da başarılıyım hani. Zaten tüm eğitim hayatımın topu topu son iki yılı zirve yapmışımdır.
Birisi Profesör, diğeri Doçent iki hocamın da beni bırakmaya niyetleri yok. İkisi de Üniversitede kalmamı, kendileri ile birlikte çalışmamı istiyor, ısrar ediyorlar. Hatta Doçent olan hocam bitirme tezi çalışmalarımı yapabilmem için okulda bana küçük bir oda tahsis etti ve gerekli malzemeleri de üzerime zimmet kaydedip birlikte küçük bir laboratuvar kurduk. Hatta alt sınıftan öğrencilerin laboratuvar çalışmalarına eğitmen ve gözetmen olarak katılmamı da sağladı hocam. Akademisyenlik oldukça hoşuma gitmeye başlamıştı da ah bir de şu anarşik ortam olmasaydı.
Aslında benim de kafam çok net değildi o dönemlerde. Bir yandan güzel bir akademik kariyer yapma imkânı, öte yandan yıllarca ayrı kaldığım, hasretini çektiğim Ankara’da özel sektörde çalışma ve hatta günün birinde daha şimdiden kafamda adını bile belirlediğim kendi şirketimi kurma ihtimali. Trabzon’da altıncı yılıma girmiştim. Türkiye’de bütün okullar süresiz kapanmış, bir yıl kapalı kalmıştı. Babam da kendini tayin ettirdiği için Trabzon’a yerleşmiştik. Ailece burada kalıyorduk. Ankara’da yaşadığım hayatı, rahatlığı burada bulamamıştım. Tamam, her şehrin kendine özgü yaşantısı vardır ve insanları bu yaşantı içerisinde yoğrulmuşlardır. Haliyle onlar benim sıkıntılarımı bilemezler bile; ama benim çocukluğum bu sokaklarda geçmediği için, bu mahallelerdeki evlerin arka bahçelerinde top oynamadığımız için ve bu yaşıma kadar bu insanlarla birlikte büyümediğim, birlikte yiyip içmediğim için yabancıydı bu şehir bana. İnsanları çok iyiydi. Gerçi yabancıları hemen aralarına kabul etmezlerdi, ancak üçüncü yılımdan itibaren beni de kendilerinden görmeye başlanmışlardı bile. Seviyordum onları ama yine de bir kendi şehrimin havasını, güneşini, ağaçlarını, ışığını özlemiştim. Gençliğimin en eğlenceli yılları bu yeni ortama alışmakla geçmişti. Bu arada Ankara’daki arkadaşlarımla yazışıyor, Ankara’ya her gidişimde görüşüyor ve onların yaşantısına özlem duyuyordum. Öyle ya da böyle artık kaçmak istiyordum buralardan. Üniversitede kalmam; artık ömür boyu buraya demir atmam ve hatta tayinlerle oradan oraya dolaşmam anlamına gelecekti. Akademik kariyer iyiydi, hoştu ama bütün bunları düşündükçe ruhum bunalıyordu.
Seksen öncesi, anarşi ve terörün kol gezdiği dönemlerdi o yıllar. Her gün her yerde onlarca insan katlediliyordu; her an her yerde her şey olabileceği korkusuyla insanlar sokağa çıkmaktan korkar olmuştu. Herkeste bir güvenlik kaygısı vardı. İşte tam da bu günlerden birisinde, ben okulda laboratuvarımda çalışırken kapım tıklatıldı, “girin” dedim. Kapı açıldı, karşı gruptan; birisi liderleri, üç sınıf arkadaşım göründü. “İçeri girebilir miyiz?” dediler, “buyurun” dedim, boş sandalyeleri gösterdim, girdiler. Bir tanesi, okula kaydolurken tanıştığım, ılımlı, aslında sevdiğim bir arkadaştı. Birkaç ay yakın arkadaşlık etmiş, şehri birlikte dolaşarak tanımaya çalışmıştık. Zaman aramızdaki çizgileri netleştirmeye başlayınca yollarımız birbirimizden uzaklaşmaya başlamış, ortamın hareketlenmesiyle de iyice ayrılmıştı. Lider olan, belinden bir tabanca çıkardı ve masanın köşesine koydu. “Konuyu fazla uzatıp senin zamanını almayacağız” diye sözü açtı. “Duyduk ki, okulda kalmaya niyetin varmış” dedi. “Evet, var” dedim. “Olmasın” dedi. “Sana iş mi yok?” dedi. “Düşünürüz” dedim. Toparlandılar, çıkıp gittiler.
Gençlik dönemi işte, başımızda kavak yelleri esmekte. Her şeye rağmen gönül dalgalanmakta, coşmakta. Bir o dala konmaya kalktı, bir şu dala konmaya kalktı ama ortak noktalarda buluşamadı, her seferinde kâh parçalandı, kâh dağıldı, kırıldı. Zaman zaman benim dalıma konmaya kalkan gönüller de oldu ama onlar da bana uymadı. Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi kâh deli kâh durgun.
Bitkindim. Eğitim göremediğimiz bir yıl katlanarak üzerimize gelmişti. Önce üç ayda bir, sonra neredeyse ayda bir dönem sınavları dalga dalga gelmeye başlamıştı. Yarış atı gibiydik. Dev, vahşi dalgalarda yalpalayan takalar gibiydik ama her şey bitmişti. 1979’un güz döneminde mezun olmuştum. Denizler sakinleşmişti, ben havalarda coşku dolu bir martı gibi uçuyordum. Dile kolay, onca badireyi atlatmıştım, ben artık bir Mühendistim.
Şu bebelerin odama gelip beni tehdit ederek gitmeleri de iyi olmuştu aslında. Kafam artık çok netleşmişti. Tehditleri benim için teşvik olmuştu; Gidiyordum.
Sınavlar bitti, kâğıtlar okundu, sonuçlar belli oldu, listeler panoya asıldı ve bunca zorlu mücadeleden başarıyla çıkarak mezun oldum. 1979’u 80’e bağlayan yılbaşını Trabzon’da ailece kutladık. Ocak ayını Trabzon’da aylak aylak dolaşarak geçirdim. Oh be, ne güzelmiş ders, sınav stresinden kurtulmuş olmak, hiçbir sorumluluk duymadan hayatın akışında yaşamak…
Eh artık toparlanma zamanı geldi. Bütün kitaplarımı, özel eşyalarımı ambalajladım, odamın bir köşesine yığdım. Bu arada babam da emekliliğini istedi, o da iş hayatını sonlandırma işlemlerine başladı. Yalnız, kız kardeşimin birkaç dersi kalmıştı. O da sıkıştırılmış sınav sürecinde bir, en çok iki ay içerisinde bitirecek nasıl olsa. Ankara’ya gitmeyi çok istiyorum ama evimiz kirada. Gerçi kiracımızın geleceğimizden haberi var, kontratının dolmasına biraz daha zamanı var ve o da hazırlıklarını yapmakta. Olsun, sorun değil. Teyzemlerde kalırım. Kaldım da nitekim. Her gün sabahtan akşama kadar arkadaşlarımla birlikteydim. Adeta Ankara’da olmadığım günleri telafi ediyor, arayı kapatıyorduk.
Zamanı geldi, kiracımız evi boşalttı, ben Trabzon’a doğru yola çıktığım sırada, bizimkiler eşyaları kamyona yükledi, ertesi gün de kamyon yola çıktı. Biz de ailecek 69 model Anadol’umuzla ertesi sabah erkenden Ankara’ya doğru yola çıktık, baba oğul nöbetleşe direksiyon sallayarak 12 saat sonra gece Ankara’ya ulaştık. Evi yerleştirene kadar da babaannemde kaldık.
İş aramakta hiç acele etmiyordum. Biraz hayatın tadını çıkarmak istiyordum. Ne de olsa artık öğrenim hayatı bitmiş iş hayatı başlamak üzereydi. O zamanlar iş bulmak; bir yabancı dili iyi bilen bir mühendis için hiç de zor değildi. Eh benim de İngilizcem gayet iyi olduğu için bu kadar rahattım. Aslında iş arama konusunda tamamen kayıtsız da değildim. Ağırlıklı olarak yurt dışına olmak üzere pek çok tanınmış firmaya yazmıştım. Nihayetinde, 1980 Mayıs’ında, bir yakınımızın vasıtasıyla, evimize yürüme mesafesinde olan, çeşitli elektronik endüstriyel cihazlar imal eden bir firmada, imalattan sorumlu mühendis olarak çalışmaya başladım.
Şaka maka hayatımda ciddi bir dönüm noktasına gelmiştim. Hayatımın kalan kısmı artık hiçbir zaman bu kadar rahat olmayacaktı ama ben henüz bunun farkında değildim. Yirmi dört yaşında, ince, uzun boylu, kibar, beyefendi, saygılı bir delikanlı bendeniz. Mezun da olmuş, mesleğimi almışım. Haliyle ne oluyor? Ne kadar tanıdık akraba, konu, komşu hanım varsa bana bir kız bulup evlendirme derdine düşüyor. Misafirlikler, düğünlere, derneklere gitmeler, sosyal ortamlara karışmalar o kadar artmış ki ben farkında değilim. Aslında bu artışın doğrudan beni evermekle ilgisi olduğunu sonradan anladım. Her hafta farklı bir yakınımız aracılığıyla yeni bir kızla tanıştırılmalar, kardeşim Semra ve tanışılan kız ile bir yerlerde oturmalar, çaylar, kahveler, pastalar. Sonra çeşitli bahanelerle uzaklaşmalar falan, filan bir sürü merasim işte.
Bütün bu hengâme içerisinde sadece bir kız dikkatimi çekmişti. Ankara dışından babası ile gelen bir arkadaşımın Ankara’da Tıp Fakültesinde okuyan kız kardeşi. Bir vesile ile karşılaştık, evimize davet ettik, ailece tanıştık. Tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldık ama o görüşmemizin son görüşmemiz olduğunu hiçbirimiz bilemezdik. Zavallı kızcağız bir kısa tatili değerlendirmek için memleketine giderken geçirdiği bir trafik kazası sonucunda aramızdan ayrıldı.
Yeni emekli olan babam ile iş aramakta olan kardeşim hiçbir şey yapmamaktan sıkılmaya başlamışlar, neticede evi boyamaya karar vermişler, malzemeleri almışlar, iş tulumlarını giymişler ve başlamışlar evi boyamaya. Yaz gelmiş, aylardan Temmuz, sıcaklar bastırmış, bir yandan da tatil fikirleri geçmekte aklımızdan ama ben daha işe başlayalı topu topu üç ay olmuş, henüz izin hak etmişliğim yok. Amcamlar bir önceki yılda teyzemlerle yapmış oldukları Ege gezisinde, Kuşadası’nda yeni yapılmakta olan siteyi çok beğenmişler ve orada temelden bir daire satın almışlar. Dairenin öngörülen bitim tarihi de bu yılın sonbaharı civarında. Akşam telefonumuz çalıyor, arayan amcam. Çok heyecanlı ve sevinçli. Kuşadası’ndan müteahhit aramış; “Rıfat Bey eviniz bitti, gelin bu yaz oturabilirsiniz” demiş. Onlar da nereye gitsek diye tatil planı yaparken bu haberi almışlar. Yazlıklarının beklenenden epey önce bitmiş olduğuna çok sevinmişler. Bu sevinci de bizimle paylaşmak istemişler. “Biz bir gidelim, yerleşelim, siz de gelin” diyorlar. “Babam hayırlı olsun, güle güle oturun” faslından sonra “bakalım” diye konuyu kestiriyor. Gitmeye pek niyeti yok.
Amcamlar ertesi günden itibaren hazırlıklara başlıyorlar. Yazlığa gidecek eşyaları depodan çıkartıyorlar, her şeyi hazırlayıp bir hafta sonra bir de kamyon ayarlayıp yola çıkıyorlar. Kuşadası’na geliyor, doğruca siteye gidiyorlar, bakıyorlar ki kendi dairelerinin olduğu bina hâlâ inşaat halinde. Derhal müteahhidi buluyorlar. Adamcağız karşısında bir kamyon dolusu eşya, bir karı, koca ve üç de çocuğu görünce ve de bu gelen Rıfat’ın, evi biten Rıfat olmadığını anlayınca şaşkın ve mahcup; “Abi n’oolur kusura bakma, biz Rıfat’ları karıştırmışız, yanlışlıkla sizi aramışız” diyor ve devam ediyor; “Sizi böyle bırakmayız endişelenmeyin. Şurada giriş katında henüz satılmamış bir daire var. Siz eşyanızı oraya indirin, bu yazı orada geçirin. Seneye ben de yardımcı olurum, kendi evinize aktarırsınız. Merak etmeyin bu yaz o daireye alıcı çıksa da satmam” diyerek işi tatlıya bağlıyor.
Amcamlar eve yerleşiyor, bir hafta kadar sonra bizi arıyor, “Biz yerleştik, ama böyle böyle oldu” diye de detaylı olarak olayı anlatıyor. “Ev çok müsait, önümüz bayram, haydi atlayın siz de gelin” diye de bizi davet ediyor. Temmuzun ortasına yaklaşmışız. Aynı zamanda Ramazan. Annem, babam, kardeşim oruç tutuyorlar. Ankara sıcaktan kavruluyor. Deniz burnumuzda tütüyor, diğer yandan da boya işi var, ev boyanıyor ama aklımız da Kuşadası’na gidip gidip geliyor. Bizimkiler o denli bunalmış olmalılar ki, nihayetinde bana, “Biz gitmeye karar verdik, sen de yarın git müdürünle konuş, gelebilirsen sen de gel, gelemezsen n’aapalım evde oturursun” diyorlar.
Ertesi gün müdürümle görüşmeye gidiyorum. Ramazan Bayramı 13 Temmuz Pazar günü başlıyor, Salı günü bitiyor. O zamanlar haftanın kalan günlerini birleştirip öyle uzun tatiller yapma âdeti başlamamış daha.
“Cezmi Bey” diyorum; “Malumunuz ben şirkette üçüncü ayımı daha yeni bitirdim ve izin hakkım olmadığının da farkındayım. Ancak uygun görür de bana hak edeceğim ilk yıllık iznime mahsup edilmek üzere üç gün izin verirseniz bir hafta tatil yapmak isterim. Böylelikle yükselecek olan motivasyonumla daha verimli çalışacağıma inanıyorum” dedim. Benden on yaş büyük olan müdürüm babacan bir tavırla; “Pekâlâ Haluk, ben patronlarla konuşur onları ikna ederim. Sen idari izin formu doldur, güle güle git, dinlen ve enerjini toplamış olarak dön. Seninle çok işimiz olacak” diyerek izin talebimi kabul etti. Havalarda uçuyorum.
Cuma günü itibariyle evin daha yarısı boyanmış, boyaların daha yarısı kullanılmış bir halde. Kendimizi tatil fikrine o denli kaptırmışız ki, boyaların kapakları kapatıldı, fırçalar temizlendi ve yapılmakta olan boya işi olduğu gibi bırakıldı. Hazırlıklar zaten hafta içerisinde yapılmıştı. Cumartesi sabahı arabayı yükleyip, ailece çıktık yola. Kuşadası’na vardığımızda amcamlar neşe ile karşıladılar bizi. Kendilerine tahsis edilmiş olan evi temizlemişler, bir güzel yerleşmişler, düzenlerini kurmuşlar, bizi beklemekteler. Ev; giriş katında, küçük bahçesinde çiçekler olan, zeytinlik bir vadiye bakan, rahat balkonlu şirin bir ev. Kuşadası deseniz şimdiki Kuşadası’ndan çok farklı, şirin bir tatil beldesi. Site; ön taraftaki binalar tamamlanmış, çoğuna sahipleri yerleşmiş, arka tarafta inşaatlar devam eden, bakkalı, manavı, gençler için spor sahası olan, hemen Yat Limanı’nın üstünde, önü açık, panoramik manzaralı, sevimli bir site. Öndeki binalardan birisi de hemen yanında deniz manzarasına nazır bir çardak bulunan bir otel. Bu çardaktan hem otel müşterileri hem de site sakinleri yararlanabiliyorlar. Deniz çok yakın; yürüme mesafesinde. Yandaki dar yoldan, Önder Kamping’in yanından geçerek Yat Limanı’nın hemen yanındaki Halk Plajı’na ulaşılıyor. Deniz o zamanlar hâlâ temiz. Aileler, orta yaşlılar, yaşlılar küçük çocuklarıyla birlikte kumsalı tercih ederken, gençler genellikle Yat Limanı’nın dalgakıranının kayalıklarından denize giriyorlar.
Bir hafta tatili kapmışım. Sayılı gün çabuk geçer düşüncesiyle her günümün değerini biliyor, denizden olabildiğince yararlanmaya bakıyordum. Çünkü seneye kadar bana bir daha deniz tatili yok. Kardeşim burada benden daha fazla kalacağı için benim gibi iki ayağını bir pabuca sığdırmak istemiyor. Nasıl olsa yaz boyunca denizin tadına doya doya varacağını düşünüyor, o nedenle bana takılmıyor. Kuzenlerin en büyüğü benden beş yaş küçük. O yaşlarda beş yaş fark aslında bir kuşak farkı gibi geliyor insana; o nedenle ben de kuzenler ile pek takılmıyorum. Zaten onlar da kendi akranlarını bulmuşlar bile. Zaman zaman denize birlikte gittiğimiz oluyor ama benim düzenli bir programım var, uyarsa. Programım; kahvaltıdan sonra deniz, ardından evde öğlen yemeği, yemek sonrası biraz gazete veya kitap okuma, öğlenin ilerleyen saatlerinde yine deniz, derken evde bir duş, akabinde çardak keyfi, akşam yemeği, gecelere akış. Kâh yalnız ama genellikle ailece Kuşadası turlaması, çocuklarla açık hava sineması gibi şeyler. Dış aktivitelerin neredeyse tamamında kendi başımayım, hakkını vermek istiyorum, çünkü zamanım dar.
Akşama doğru çardak çok keyifli oluyor. Güneşin tam karşımızdan batışı muhteşem. O zamanlar tiryakilik derecesinde sigara içerdim. Buz gibi bira ve sigara eşliğinde gün batımı; büyük keyif. Çok da kalabalık olmazdı çardak. Zaman zaman birkaç otel müşterisi, onlar da yarım saat, kırk beş dakika oturur, şehre inerlerdi. Zaman zaman da site sakini birkaç yaşlı amca. İçlerinden bir tanesi; Halil amca çardağın adeta baş müdavimi idi. O da aşağı yukarı benimle aynı saatlerde gelir, masalardan birisine yerleşir, kahvesini alır, sigarasını yakar seyre dalar, gelen gidenle selamlaşır, zaman zaman masasına davet ettiği ahbaplarıyla sohbet ederdi. Karşılaştığımızda baş selamıyla selamlaşırdık. Ahbaplarının seyrek olduğu bir gün yalnız kalmaktan sıkılmış olmalı ki, “Delikanlı gel biraz sohbet edelim” diye beni masasına davet etti, icabet ettim, tanıştık. Nereli olduğumu, kim olduğumu, kimlerden olduğumu sordu, ben de anlattım, Ankaralıyım dedim, ne vesileyle ve nasıl burada olduğumuzdan söz ettim, hemen anladı “Haaa! Sen Rıfat Bey’in yeğenisin. Memnun oldum tanıştığımıza. Senden övgüyle bahsetti o da. Tanışmak bugüne kısmetmiş işte” dedi, bir sigara yakmak üzere paketi elime aldım, önce Halil Amcaya ikram ettim, aldı, ardından çakmağımla önce onun sigarasını, sonra kendiminkini yaktım, ilk nefesi çekip havaya üfürdükten sonra sohbete devam ettik. Emekli Albaymış. Aydın’da oturuyorlarmış. Geçen yıl burada yazlık almışlar, bu ikinci yıllarıymış. Eşi emekli öğretmenmiş. Biri erkek, beş çocuğu varmış. Amcam oğluna akordeon dersleri veriyormuş. Çocuklardan küçük olanlar ile en büyüğü daha okuyorlarmış. Büyük kızları Ankara’da Hukuk Fakültesinde okuyormuş. Seneye o da mezun olacakmış. Kendisi aslen Antalyalıymış ama hanım tarafı buralardanmış, o da artık buralı olmuş ve daha bir dolu beni doğrudan ilgilendirmeyen bilgi…
Bu arada denize gidip gelirken zaman zaman içi çocuk dolu, güzel bir genç kızın kullandığı açık mavi bir Reno Steyşın otomobil ile karşılaşıyorum. Gözüm kıza takılıyor. Gözünde kocaman güneş gözlüğüyle, açık kumral kıvırcık afro saçlar, açık pembemsi ten, bir gülün iki kırmızı taç yaprağı gibi dudakların süslediği hep gülümseyen bir yüz takılıyor gözüme ve gitgide belleğime bir fotoğraf gibi kazınıyor. İlk başlarda pek önemsemesem de her karşılaşmamda artık daha bir dikkat kesilir olmuştum. Arabayı uzaktan görmemle, yanımdan geçip gitmesi arasındaki süreyi mümkün olduğu kadar değerlendirmek, o görüntüyü doyumsuzca izlemekten epey keyif alır olmuştum. Bu kızın kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Çünkü sadece o yolda ve hep araba içerisinde görüyordum. Belki karşılaşırım diye bütün bakkal, manav, ekmek alışverişini site içerisindeki dükkânlardan hep ben yapar olmuştum ama nafile. Bir kerecik olsun karşılaşamadım. Hem karşılaşsam ne olacaktı? Bakkal alışverişi yapan bir kıza ne diyecektim, nasıl yakınlaşacaktım? Ne yapıp da nasıl arkadaşlık başlatacaktım? Hem o zamanlar hoşlandığın bir kişiyle iletişim başlatma konularında oldukça tecrübesiz ve biraz da çekingen bir delikanlı idim. Bir de şu vardı; arabanın plakası 09; Aydın plakalı. Demek ki Aydın il sınırları içerisinde yaşıyorlar. Ankara olsa, tanışırsın, Ankara’da görüşmeye devam edersin. Ya şimdi? Tanışsan ne olacak? Üç beş gün sonra tatilin bitiyor. Sen kös kös Ankara’ya, o da Aydın’a gidecek. Ondan sonra bir yıl görüşme yok. Hem bakalım böyle güzel bir kızı boş bırakırlar mı? Büyük ihtimalle vardır bir sevgilisi, sözlüsü, falanı, filanı. Ne olacak tanışsan. Üç gün sonra yoksun. Of ki ne of…
Bak işte bugün de karşılaştın. Ya ne yapsam? Araba çok hızlı gitmiyor. Dalgınlıkla aniden önüne çıkıp hafiften çarpmasını mı sağlasam? Çarpmanın etkisiyle yere düşerim, o da telaşla arabadan çıkar ah çok özür dilerim fark edemedim, bağışlayın. Size nasıl yardımcı olurum diyebilir. Hatta binin arabaya sizi evinize kadar götüreyim de diyebilir. Demeyebilir de. Belki de hay aksi; nerden çıktı bu salak da diyebilir. Yanımdan geçerken “kör müsün, tarlada mı yürüyorsun, biraz dikkatli olsana!” diye de bağırabilir mi ki? Hele bir de en kötüsü; ya acemi bir şoförse? Baksana hep yavaş gidiyor. Çarpıp da yere düştüğün anda telaşlanıp frene basacağım derken gaza basıp bir de üstümden geçerse? Amanin! Vah ki vah. Yok yok böyle olmaz. Başka bir yol bulmalı. Böyle böyle yine başa dönüyorum; yol bulsan ne olacak? Yarın bugün gideceksin. On sekizlik gençler gibi mektup arkadaşlığı mı edeceksin?
Denize bakarken gördüğüm o gülen yüz, göğe bakarken gördüğüm o gülen yüz, nereye gidersem gideyim gördüğüm hep o gülen yüz. Allah Allah âşık mı oluyorum ne? Aman oğlum sakın haaa! Böyle bir aşk, yaz aşkı bile olamaz. Hiçbir ümit yok. Git denizine gir, bol bol yüz, çık kurulan, gir tekrar yüz. Bu sene deniz bu kadar. Zamanını iyi değerlendir.
Böyle diye diye bir haftanın sonu yaklaştı. Ankara’ya otobüs biletimi aldım. Cumartesi akşamı yola çıkacağım, Pazar sabahı Ankara’dayım. Dinlenir, Pazartesi sabahı da enerji toplamış bir biçimde işe başlarım. Son planım bu. Son bir kez daha çardağa gittim. Kimseler yoktu. Boş masalardan birisine iliştim, sigaramı yaktım, denizi, güneşin karşıda Sisam adası açıklarından ufka erişmesini izliyorum. Akşam bütün ihtişamıyla yaklaşmakta. Kuşlar da sanki beni uğurluyorlar. Martılar avaz avaz. Kırlangıçlar ıslık çalarak uçuyorlar, bazen keskin pikeler yapıyorlar, belli ki sinek avlıyorlar. Serçeler cik cik öterek masamın yakınında zıp zıp zıplayarak toprağı gagalıyorlar. Doğa bana son Kuşadası akşamında bir final sahnesi hazırlamış adeta. Dalmış gitmişim.
“İyi akşamlar” diyor yaşlı bir ses. Dönüp bakıyorum, Halil Amca. “İyi akşamlar Halil Amca. Buyur otur” diyorum, oturuyor. Yine başlıyoruz havadan sudan konuşmaya. Ona da sigara ikram ediyorum, alıyor, otel kapısında duran garsona seslenip iki kahve söylüyor. Halil Amcanın sıkı bir sigara tiryakisi olduğunun farkındayım. O an başka bir şey daha fark ediyorum. O bana hiç sigara ikram etmiyor. O hep, o zamanlar en değerli sigara olan Silahlı Kuvvetler içiyor ama o kadar imrenerek bakmama rağmen bir kere olsun bana da uzatmıyor. Ama benim Maltepe’den otlakçılık yapmayı da hiç ihmal etmiyor. Aman ne olacak, işte o da böyle diyor, bu düşündüklerimi de o an unutuveriyorum. Bu arada babamla da tanışmış Halil Amca. Babamdan övgüyle bahsetti. “Ne kadar daha buradasın?” diye sordu bana. “Yarın akşam saat yedide yolcuyum Halil Amca” diyorum, şaşırıyor. “Ne? Hay aksi. Biz de sizi yarın akşam bize yemeğe davet edecektik. Babanla ve amcanla da konuştum, memnun oldular. Bizim çocuklarla da tanışırdınız. Hay aksi. Hiç iyi olmadı bu. İptal edemez misin bileti?” diyor. “Edemem Halil Amca. Pazar akşamı gidip sabah işe başlamak istemiyorum. Hem kız kardeşim burada kalıyor. O da arkadaş arıyordu zaten. O tanışır artık sizin çocuklarla” diyorum. Çok üzülüyor. Ertesi gün babamlar beni yolcu edip Halil Amcalara oturmaya gidiyorlar. Çok da güzel bir akşam geçirdiklerini telefonda öğreniyorum.
Gerçekten de tatil bana çok iyi geldi. Moralim yerinde, enerjim yüksek. Bu hızla ben gelecek yaza kadar rahat rahat çalışırım. Boş kaldıkça, Kuşadası’nda gördüğüm kız gözümde canlanıyor. Lakin yapacak bir şey yok. Ben de artık onu aklımdan çıkarsam iyi olacak. Ayrıca ne yapabilirim ki? Ne adını biliyorum, ne adresini, ne de kim olduğunu. Ben işte böyle kendi kendime gelin güvey oluyorum. Unut oğlum unuut.
Müdürüm bir gün “Haluk hazırlan. Seninle Eskişehir üzerinden Bursa’ya, oradan Yalova’ya iş gezisine çıkıyoruz. O bölgedeki müşterilerimizi ziyaret edeceğiz. Potansiyel gördüğümüz fabrikalara da uğrayıp kendimizi tanıtacağız, iş bağlantısı kurmaya çalışacağız. Sen de artık piyasayı tanı. Hep teknik, hep teknik olmaz bu işler böyle. Pazarlamayı da öğren biraz” diyor. Hazırlanıyorum, birkaç gün sonra şoförü ile birlikte şirketin araçlarından biri ile düşüyoruz yollara. Cezmi Bey de Elektronik Mühendisi. Aynı sokakta oturuyoruz. Evleri bizden iki apartman aşağıda. İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu. Ortak öğretmenlerimiz var. Gençliği İstanbul’da geçmiş, yırtık, fırlama bir şey. Hem teknik hem de insan ilişkileri alanında deneyimli ve bilgili. İyi bir öğretmen. Yolda şoförümüz ile bir sohbet tutturdular, ben de yeri geldikçe katılıyorum, çoğunlukla da yol manzaralarını seyrediyorum.
Trafik çok yoğun değil. Karşıdan gelen bir araba geçti yanımızdan. Aaaaa şoförün yanındaki hanım o olmasın? Ne kadar çok benziyor. Dönüp bakıyorum ama araba çoktan nokta kadar olmuş bile. Yok yok olamaz. Araba Eskişehir plakalıydı. Hem o kadın biraz daha yaşlıcaydı. Ayrıca yanındaki de besbelli ki eşi. Zihnim bana oyun oynuyor. Aynı yanılsamalar Eskişehir ve Bursa içerisinde karşılaştığımız birkaç arabada da oldu. Durduk yerde o görüntüler yine canlandı zihnimde. Uzaklaştır şunları oğlum aklından. Akşam otelin restoranında güzel bir çilingir sofrası hazırlattı patron. Hafiften çakırkeyif olduk. “Haluk” dedi, “yol boyunca dikkat ettim de, çok düşünceli ve durgunsun. Hayrola neyin var?”. “Yok bir şey Cezmi Bey, şöyle, böyle” dedimse de insan sarrafı patron beni bülbül gibi konuşturmayı başardı. Güldü ve kırmadan bana epeyce bir şeyler anlattı, zaman zaman babacan şoförümüz de öğütlere katıldı ama ben onların hiçbirisini hatırlamıyor olmama rağmen kafam çok rahatlamıştı.
Eylülün başı gibi bizimkiler Kuşadası’ndan dönmüşlerdi. Keyifleri oldukça yerindeydi. Artık evin boyasına kaldıkları yerden başlayabilirlerdi ve başlamalarıyla birkaç gün içerisinde bitirmeleri bir oldu. Beni uğurladıkları gece yemeğe gittiklerinde Semra, Halil Amca’nın büyük kızı Buket ile tanışmış. Birlikte çok gezmişler, güzel vakit geçirmişler. Anlata anlata bitiremiyor. Buket Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesinde okuyormuş. Tandoğan’da askerî yurtta kalıyormuş, çok iyi anlaşmışlar, geldiği zaman arayacakmış, burada da görüşmeye devam edeceklermiş. Kardeşim her zaman çok hızlı ve çok konuşur. Ben de hep dinliyormuş gibi yaparım, anlattıkları bir kulağımdan girer, bir kulağımdan çıkar. Şu anda da aynen böyle bir an yaşamaktayım. Bana ne Halil Amcanın kızından. Ankara’da okuyormuş da gelince görüşeceklermiş de. Bana ne yahu, görüşürseniz görüşün.
Anarşi, terör zirveye ulaşmıştı. Her gün her yerde bir şeyler oluyordu, geceleri saat dokuzdan sonra artık kimse sokaklara çıkamaz olmuştu. Haberlerde hep keyifsiz şeyler. Kahve basıldı, şurada şu kadar kişi öldürüldü, burada bu kadar kişi yaralandı. Milletçe iyice bezmiş bunalmıştık artık. O sabah dışarıda tuhaf bir sessizlik vardı. Hiç trafik sesi gelmiyordu. Radyoda marşlar çalıyordu. Televizyonu açtık, Orgeneral Kenan Evren bir şeyler söylüyordu. Kulak kesildik. Askerî darbe olmuş, ordu yönetime el koymuş, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Tarih 12 Eylül 1980. Birkaç gün sonra sokağa çıkma yasağı yeniden düzenlenerek gündüz serbest, gece saat 21:00 ile sabah 06:00 arası yasak olarak uygulanmaya başladı. Çalışanlar da işlerine kaldıkları yerden devam etmeye başladılar. Anarşi ve terör bıçakla kesilmiş gibi ortadan kalkmıştı. Askerî yönetim olmasına rağmen hayat sanki daha sakin bir hale gelmişti.
Bugün 19 Eylül 1980, Cuma. Askerî darbenin birinci haftası doldu. Ne haftaydı ama. Hiç bitmeyecek gibiydi. Sanki bütün işler üst üste yığılmış, atölyede hepimiz arı gibi çalışmıştık. Çok yorgun hissediyorum kendimi. Şöyle eve gidince ayaklarımı uzatıp bir uzanayım yarım saat, bir saat, haftanın ve günün yorgunluğunu üzerimden atayım, kendime geleyim düşünceleriyle sallana sallana eve geldim ama heyhat. Kapıyı Semra açtı. “Abi çıkartma ayakkabılarını Buket gelmiş, telefonla aradı. Biz de onu bu akşam yemeğe davet ettik. Haydi onu almaya gidiyoruz” diye lafları bir anda sıralayıverdi. “Offff bıktım senin arkadaşlarından. Çok yorgunum. Şöyle biraz dinleneyim ondan sonra gideriz nereye istersen” dedim ama nafile. “Aaaa abi yemek hazır, geç kalırız, hava kararır, hem saat dokuzdan önce yurtta olması lazımmış, ayıp olur şimdi kıza, haydi yürü, bekletmeyelim” diye bir dizi lafı daha makineli tüfekten çıkar gibi sıralayıverdi. Oradan annem girdi lafa; “Haydi oğlum gidin alın gelin, yemekler soğumasın.” Eh n’aapalım, anne sözü dinlenir. Atladık arabaya, gittik Tandoğan’daki askerî kız öğrenci yurduna. Ben salondaki koltuklardan birine kuruldum, şöyle yorgunluktan yayıldım, asansör arkamda kalıyor. Semra gitti, danışmadan Buketi anons ettirdi; ziyaretçiniz var danışmada bekleniyorsunuz diye ve geçti karşımdaki boş koltuğa oturdu, gözü de asansörde. Beş dakika geçti geçmedi; ah işte geldi Buket diye ayağa fırladı. Ben de ayağa kalkmadan önce yayıldığım koltukta gayri ihtiyari şöyle bir döndüm, aman Allah’ım şimşekler çaktı beynimin içinde.
Açık kumral, kıvırcık saçlı, açık pembemsi tenli, bir gülün iki kırmızı taç yaprağı gibi dudakların süslediği yüzünde hep gülümseme eksik olmayan, unutmaya çalıştığım o kız asansörden çıkmış gülümseyerek bize doğru geliyordu. Semra’yla sarılıp öpüştüler, ben farkında bile olmadan ayağa kalkmışım, heykel gibi donmuş kalmışım. Yanıma geldiler, Semra, “Abi tanıştırayım: arkadaşım Buket” dedi…
M. Haluk Saran
29.05.2020 / Aydın
“Çınarların Kaleminden Dökülenler”
Cemrem Yayınları – Kasım 2020
…