Merhaba Dostlar,
Yazımın başlığına neden “Yolculuk” değil de “Seyahat” kelimesini kullandığımı merak edebilirsiniz. Bunun sebebi, anlatacaklarımın 1960’ların civarında başlayıp 1970’lere uzanıyor olması. O dönemlerde “Seyahat” kelimesi daha çok kullanılırdı, dolayısıyla bu kelimenin, anlatacaklarımın ruhuna daha uygun olduğunu düşündüm.
İlk seyahatlerim 50’lerin sonlarına dayanıyor. Bebeklikten çocukluğa yeni adım atmış olduğum zamanlar. Bu yüzden bazı anılarım hayal meyal, bazıları ise capcanlı hatıralar olarak gözümün önünde. Kimi anılar sanki siyah beyaz bir fotoğrafın günümüzde olabileceği kadar net, kimi ise bugünkü “story” dediğimiz kısa filmler halinde aklımda yer etmiş. Bu yazıda, hatırlayabildiğim kadarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki yaşıtım ya da benden büyük olanlar da, bu yazımla kendi çocukluklarını hatırlar, geçmişe birlikte bir yolculuk yaparız. Genç dostlarım ise, bir abinizin, amcanızın geçmişe dair anılarını okuyarak tarihe bir yolculuk yapmış olursunuz.
İlk Seyahatlerim:
İstanbul:
Babamın teyzesi Fehime Teyzem ve Hayri Eniştemlerin, Bakırköy’de, yanlış hatırlamıyorsam Florya civarındaki Marmara Denizi’ne bakan evleri, çocukluğumun en canlı anılarından biridir. Penceresinden, ilk kez o zamanlar görüp hayran kaldığım, sonsuz gibi görünen uçsuz bucaksız masmavi denizi seyrederdim. Gözlerim, Marmara’nın sakin sularında demirlemiş dev yük gemilerine takılırdı. Hatta bir keresinde, denizin üzerinde süzülen küçük bir deniz uçağını bile görmüştüm. O an gözlerimdeki heyecanı hâlâ hissedebiliyorum. Fehime Teyzemlerin bahçesi ise adeta bir cennetti; rengârenk güller, taze salatalıklar ve bu doğal güzellikler arasında kaybolmuş gibi görünen evin kadınları… Fehime Teyzemin benden birkaç yaş büyük oğlu Erol Abi, yakın yaşlarda olduğumuz için oradaki tek oyun arkadaşımdı. Dışarı çıktığımızda evin arka taraflarından koşarak uzaklaşır, otlar ve sarmaşıklar arasında kalmış eski Bizans kalıntılarının olduğu yere gelirdik. Burası bizim için macera dolu, heyecan verici bir oyun alanıydı. Küçük hisarların, duvarların ve taşların üzerinde oradan oraya atlar, zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdık. Bu yaptığımız haylazlıkları büyüklerimize anlatsak mutlaka birimiz ya da ikimiz birden büyüklerimizden azar işitirdik. Bu anılar, zamanın tüm izlerini taşıyor.
Türkiye’de özel otomobillerin henüz yeni yeni yaygınlaştığı o dönemlerde, babamın kuzeni Fatma Hala’nın Opel marka arabası bizim için büyük bir lükstü. O arabada yolculuk yapmak adeta bir prestij idi. Arabanın kelebek camları, el ile döndürülerek kullanılan kollu cam sileceği… Ne kadar da büyüleyiciydi! Fatma Hala’nın bizi arabasıyla Boğaz boyunca gezdirmesi ve Emirgân’da bir çay molası vermemiz hâlâ hatıralarımda taptaze. Gülhane Parkı’nda gezintiye çıktığımız bir günü dün gibi hatırlıyorum. Parkın havuzunda birlikte oynarken bir anın heyecanıyla Fatma Hala’nın oğlu Nejdet’i suya iteklediğimi ve onun ağlayışını asla unutamam ve hala hatırladıkça üzüntü duyarım. Akşam olunca, evlerde sarı lambaların ışığı altında yapılan sıcak sohbetlerin huzurunu ise çok özlüyorum.
Tuzla:
Amcamın Tuzla’daki evi, başka bir unutulmaz anının mekânıydı. Amcam, işi gereği Tuzla’ya tayin olmuştu ve biz de birkaç yaz onları ziyarete gitmiştik. O zamanlar Tuzla, şimdiki gibi kalabalık değil; sessiz, sakin bir sayfiye yeriydi. Kadıköy Meydanı’ndan, çığırtkanların “Kartal, Pendik, Tuzla!” diye bağırışlarıyla dolmuşlar kalkardı. Amcamların evi, bağlar ve bahçeler arasında yer alan, önünde geniş bir bahçesi bulunan tek katlı, mütevazı bir evdi. Yıl 1960, çünkü kuzenim Murat o yıl dünyaya gelmişti ve biz de gözaydınına gitmiştik. Akşamları sahile iner, ya bir çay bahçesinde otururduk – büyükler çay içerken ben sağa sola koştururdum – ya da birer külah dondurma alarak sahil boyunca gezinirdik.
Denize gitmek, o zamanlar büyük bir heyecandı. Sahilde, bizim denize girdiğimiz yerden biraz uzakta tersaneler vardı. Plaj, incecik kumlarıyla davetkârdı. Henüz yüzme bilmediğim için deniz yatağı ile denize girer, onun üzerinde yüzerdim. Yanımda daima babaannem ya da annem olurdu. Bir gün, sahilden biraz açıkta demirlemiş bir ahşap tekneye çocukların tırmanıp tırmanıp denize atladığını gördüm. Bu sahne beni öylesine büyüledi ki, farkında olmadan kendimi onlara doğru yüzmeye kaptırmışım. O gün, nedense bizimkiler de beni fark etmemişler. Fark ettiklerinde ise sahilde bir panik havası esmiş. Annem de babaannem de yüzme bilmedikleri için ne yapacaklarını bilememişler. Kıyıda feryat figan koparken, ben sakin sakin tekneye doğru yüzmeye devam ediyordum. Sonunda, yakınıma gelen bir abi, bana sakinleştirici sözler etti ve deniz yatağının bir ucundan tutarak beni yavaşça sahile çekti.
Annem ve babaannem, korku ve telaştan bembeyaz kesilmişlerdi. Bana bir kızıyor, bir bağırıyorlardı ki, ben ne olduğunu anlamış değildim. O feryat figan arasında, sanki boğulma tehlikesi geçirmişim gibi bir şeyler olduğunu hissettim, oysa ben deniz yatağında gayet sakin ve keyifliydim. Denizde beni alabora edecek bir dalga bile yoktu. Hemen toparlanıp eve döndük. Olan biteni teyzeme anlattılar. (Bu arada küçük bir not: Amcam ile teyzem evlidirler. Bu durumda amcam aynı zamanda eniştem, teyzem de aynı zamanda yengem olur, ama ben onlara hep amca ve teyze demişimdir.) Bu olaydan babama ve amcama söz etmemeye karar verdiler ama kadınların böyle bir kararda ne kadar durabileceklerini tahmin edersiniz. O akşam, sanırım ağzından kaçıran biri oldu ki, babam ve amcam birden parladılar. Gece, benim için pek keyifli bitti diyemem.
Hepsi bu kadar değil, devamı gelecek. Bu “Gezi Yazılarım” için bir başlangıç.
Detaylarda buluşmak üzere…
Sağlıcakla kalın
M. Haluk Saran – 24.08.2024
Not: Görseller, benim anılarımdan olmayıp, anlattığım yerlerin, anılarıma çok uzak olmayan tarihlerdeki kesitlerini, şehrin ruhunu ve atmosferini yansıtmaktadır. Anılarımın geçtiği yerlerin halini gözünüzde canlandırmanızı istedim. Bu fotoğraflar anonim olup, belli bir kaynağa dayanmadan İstanbul’un geçmişine dair bir pencere açıyor.