Görünmez Dalgaların Büyüsü: Radyo
Yıl 1958; üç yaşımdayım. Benim için radyo, sadece bir cihaz değil; babamın merakının, el emeğinin ve sabrının bir ürünüydü. O yıllarda her evde hazır radyo yoktu, olanların da pek çoğu pahalıydı. Babam ise mesleki merakı gereği hazırı almak yerine, kendi elleriyle yapmayı tercih etmişti. Bu radyo, o dönemin ruhuna uygun lambalı bir radyoydu doğal olarak. Transistör daha yeni icat edilmiş ama henüz evlere girememişti. O zamanlar akşamları misafirliğe gitmek ya da misafir ağırlamak gibi sosyal aktiviteler dışında yapacak pek bir şey yoktu. Annem bir köşede elinde şişler, yanında yumak, örgü örer, babam da boş durmaz; radyonun arkasını çevirir, başlardı uğraşmaya. Kasasını açtığında metal şase üzerinde kablolar, lambalar, daha başka bilmediğim bir şeyler adeta minik bir mahalle gibi görünürdü bana. Babam orasına burasına dokundukça radyodan “cızzt bızzt” sesler yükselir, benim çocuk aklım da bu sesleri, radyonun canı yanıyormuş da acıyla çığlıklar atıyormuş gibi algılardı. Üzülür, surat asar, gider minicik ellerimle babama yumruklar atar, bir yandan da “Baba kaka, dado (radyo) cici!” diye radyoyu teselli etmeye çalıştığımı hatırlarım. Cızırtıların arasından beliren melodi ve o anlaşılmaz konuşma, sanki radyoyu babamın elinden kurtaran benmişim gibi sevinçle zıplamama yetiyordu.
Radyo sadece bizim evimizde değil, bütün bir toplumda yepyeni bir alışkanlık yaratmıştı. Akşam olduğunda aileler, hatta komşular radyonun etrafında toplanır, çaylarımızı yudumlarken haberleri dinler, radyo tiyatrolarının heyecanına kapılır, müzik programlarıyla keyiflenirdik. Kimi zaman kahkaha dolu bir sohbet programı, kimi zaman dramatik bir tiyatro sahnesi ya da bir siyasetçinin hitabı, evimizin orta yerinde yankılanırdı. O yıllarda radyo, evlerin en önemli eğlence ve bilgi kaynağıydı. Yalnızca sesle kurulan o dünya, hayal gücümüzü de besler, büyütür, bizi olduğumuz yerden alıp başka âlemlere taşırdı.
Zamanı Saklamak: Makaralı Teyp
Babam bir mesleki eğitim için birkaç aylığına Almanya’ya gönderilmişti. Dönerken sadece bavullarını getirmemiş, bir çanta dolusu elektronik malzeme de getirmişti. Daha bir hafta geçmeden, büyük bir hevesle bunları birleştirmeye, monte etmeye başladı. Ara sıra test ediyor, vidalıyor, kabloları yerleştiriyor, yavaş yavaş tuhaf bir cihaz ortaya çıkarıyordu.
Tepeden bakınca iki kocaman gözü vardı; gözlerin altında da uzun, düz bir ağzı. Gözlerden birine sarılmış kahverengi bir şerit, o ağızdan geçirilip diğer göze sarıldığında işin rengi değişiyordu. Babam bir düğmeyi çevirdiğinde gözler dönmeye başlıyor, şerit bir gözden diğerine akıyordu. Seyretmesi bile başlı başına eğlenceliydi.
Sonra babam eline üzerinde delik delik bir yuvarlak olan, kabloyla cihaza bağlanmış bir kutu aldı. “Haydi konuş oğlum” dedi. Ben konuşmak bir yana, dönerli cihazı seyredip kahkahalarla gülmeye başladım. Babam düğmeyi başka bir yöne çevirdi, bu kez makaralar tersine hızla dönmeye, şerit yeniden diğer göze sarılmaya başladı. Ardından tekrar bir düğmeyi çevirdi: “Dinle bakalım.”
Birden o kutudan babamın sesi duyuldu: “Haydi konuş oğlum.” Şaşkınlıkla babama baktım ama dudakları kıpırdamıyordu. Ardından kendi gülüşüm yankılandı. “Aaaa bu benim sesim!?!?Ama ben burada konuşmadan duruyorum, gülmüyorum… ama o gülen benim işte!” O an kafam o kadar karışmıştı ki anlatmama kelimeler yetmez. Meğer babam sesi saklayan, adeta zamanı kaydeden bir makine yapmış. Aferin ona…
Ama hikâye sadece benim şaşkınlığımla kalmadı. Babamın yaptığı bu tuhaf makine kısa sürede mahallede kulaktan kulağa duyuldu. Zaten çevremiz akrabalarla doluydu; her akşam evimiz dolup taşıyor, herkes Ragıp’ın bu yeni icadını görmek istiyordu. Babam da o gururlu ve muzip gülüşüyle, adının “mikrofon” olduğunu öğrendiğim o delikli kutuyu sırayla misafirlere uzatıyor; “Haydi konuş Hala… Amca… Mehmet…” kime denk gelirse. Herkes aynı şaşkınlıkla kendi sesini tekrar duyduğunda bir an donup kalıyor, ardından gülmeye başlıyordu. Ben de onların yüzlerindeki hayreti izledikçe, “bu işin ustası” edasıyla katıla katıla gülüyordum. Sonuçta onlardan daha tecrübeli sayılırdım.
Plaklar: İğnenin İzinden Gelen Sesler
Radyonun, teybin ardından hayatımıza giren bir diğer ses büyüsü de plaklar idi. Önce büyük taş plaklar çıktı, birkaç yıl sonra da 33’lük Longplay’ler / uzunçalar’lar, ardından daha hafif ve kırılgan 45’likler… Dönüp duran siyah yüzeylerin üzerindeki uzun ince bir yol misali oluğa yerleşmiş dıştan içe doğru yavaşça ilerleyen iğnenin çoğu zaman çıtırılar ile çıkardığı melodiler adeta zamanın kalp atışları gibiydi. Plakların en büyük avantajı, istediğimiz şarkıyı başa alabilmemiz, tekrar tekrar dinleyebilmemizdi. Radyoda tesadüfen karşımıza çıkan, teyplerde uzunca ileri / geri giderek aranarak ulaşılabilen şarkılar, plaklarda bilinçli bir tercihe dönüşüyordu.
Bizim kuşak için 45’likler yalnızca bir müzik dinleme aracı değil, aynı zamanda gençliğimizin sembolü gibiydi. Evlerdeki pikapların ya da bir mobilya olarak imal edilmiş müzik dolapları (Almanca’dan ithal edilmiş adıyla ‘Musikschrank’) başında toplanılır, yeni çıkan şarkılar heyecanla dinlenirdi. Bir 45’lik plak, kimi zaman bir gencin aşkını anlatmasının yolu, kimi zaman da arkadaşlar arasında bir hediyeleşme vesilesiydi. Her plak, kapağıyla, fotoğrafıyla, içine iliştirilmiş küçük notlarla dönemin ruhunu taşırdı.
Ortaokul yıllarımda Almanya’da yaşayan dayıma sipariş vererek ben de bir portatif pikap sahibi olmuştum, koşa koşa evimizin sokağının bir üstündeki plakçıya gitmiş, harçlıklarımdan biriktirdiğim para ile hayranı olduğum Cem Karaca’nın bir yüzünde “Karadır Şu Bahtım Kara”, diğer yüzünde “Erenler” şarkısının olduğu plağı almış günlerce, dakikalarca üst üste çalarak ev halkını bezdirmiştim.
Plaklar iyiydi, hoştu da plastik türevi taban üzerinde sürünen kristal iğne statik elektrik oluşturur, bu da havada ne kadar toz, partikül varsa plağın üzerine çekerdi. Bu nedenle plakları yumuşak bir bezle silmek adetten olmuştu. Hele bir de en ufak bir darbede çizilmeleri yok muydu; işte bir plak için en büyük feleket o idi. Müzik güzel güzel devam ederken, kendinizi tam havasına kaptırmışken iğne o hain çiziğe geldiğinde devam edemez, sürekli aynı iz üzerinde dolaşır Barış Manço’dan bir örnek “…arı çizmeli Meh… arı çizmeli Meh… arı çizmeli Meh…” diye birisi iğne koluna dokunmadıkça sonsuza kadar sürebilirdi…
Plak günlük hayatın sohbetlerini, anılarını saklamak için bir araç olamadı, sadece müziğin sembolü olarak kaldı. O yöndeki gelişmeler teyplerin açtığı ses kaydı yolculuğuyla başka teknolojilere bırakıldı.
Kasetler: Manyetik Şerit Cebe Girdi
Makaralı teyplerin devasa gövdesi, döne döne saran makaraları derken bir gün aynı mantığın küçücük bir kutuya sığdırıldığı kasetler hayatımıza girdi. Aslında kaset, teybin büyük makaralarının portatif hale getirilmiş şeklinden başka bir şey değildi. Kasetçalar da o teybin küçültülerek pil ile çalışabilir hale getirilmiş versiyonuydu. İçinde yine kahverengi manyetik bir bant vardı; ama bu kez bant, avuç içine sığan plastik bir kabın içinde, kendi koruması altında duruyordu. Bu küçücük boyut, büyük bir devrim anlamına geliyordu: teybi omzumuza asıyor, kasetleri kolayca yanımızda taşıyabiliyor, cebimize, çantamıza koyabiliyor, gittiğimiz her yere müziğimizi götürebiliyorduk.
Kasetlerin en büyük farkı, kişiselleştirme imkânıydı. Radyodan ya da bir arkadaşın plağından sevdiğimiz şarkıları kasete kaydedebiliyor, kendimize özel listelerle kasetler hazırlayabiliyorduk. Hediyeleşme de başka bir boyuta taşındı: birine kaset doldurup vermek, çoğu zaman söylenemeyen duyguları anlatmanın en etkili yollarından biri oldu. Kaset kapaklarının içine el yazısıyla şarkı listeleri yazmak, süslemeler yapmak da dönemin küçük ama anlamlı ritüellerindendi.
Üstelik kasetler sadece müzik için değil, konuşmaların ve özel anıların saklanması için de kullanılıyordu. Arkadaş sohbetleri, okul hatıraları, doğum günlerinde sırayla odaya girip doğum günü sahibine sesli dilekler bırakmak gibi gelenekler kasetlerle mümkün olmuştu. Böylece kaset, bir bakıma anı defterinin sesli sürümü haline geldi.
Kasetler demişken aklıma geliveren ilk şey, Cem Karaca’nın Ankara’daki bir konserine teybimi götürüp konseri baştan sona kaydettiğim gün oldu. Eğer taşınmalar sırasında kaybolmadıysa, o kaset hâlâ bir yerlerde duruyor olmalı. Üniversite yıllarımda ise kasetler neredeyse ders kitapları kadar önemliydi. Çalışma masamızda mutlaka çay ve fonda kasetten çalan bir müzik olurdu. İran Azerisi arkadaşım Ali ile ders çalışırken tanıştım Reşid Behbudov’un o muhteşem sesi ile. Hemen kopyaladım o kaseti. Bugün aynı şarkıları YouTube’da bulup liste haline getirdim. O listeyi her dinleyişimde, kasetin ön yüzü bitince arka yüzünü çevirip teybe taktığımız o günler; demli çay kokusu eşliğinde bir telaş içerisinde ders çalışmalarımız gözlerimde canlanır, kulaklarımda yankılanır.
Kasetlerin bir de sosyal yanı vardı. Arkadaşlarla sürekli kaset alışverişi yapardık; “şunu bana doldursana” ya da “boş kaset ver de bunu sana da kopyalayım” cümleleri hayatımızın parçasıydı. Kasetlerin açtığı yeni bir kapı ise Walkman ile aralandı. Artık müzik sadece evde, odada ya da teybin başında değil; sokakta, yolda, yürürken de bizimleydi. Kaseti Walkman’e takıp kulaklığı kulağımıza geçirdiğimizde, dünya bir anda kendi kişisel sahnemize dönüşüyordu. Yürürken kulaklıkla kendi özel müziğini dinleyebilmek gerçek bir çağ atlamak demekti. Bambaşka bir keyifti bu. Daha sonraki yıllarda ses kaydı yapabilen Walkman modelleri de çıkınca, yalnızca müzik değil, kendi sesli notlarımızı veya arkadaş sohbetlerimizi de yanımızda taşıyabilmek mümkün hale geldi.
Kasetli teyp döneminin sonlarına doğru ise çok daha küçük kasetlerle çalışan portatif ses kayıt cihazları çıktı. Genellikle gazeteciler röportajlarını kaydetmek, yöneticiler toplantıları kayıt altına almak için kullanıyordu. Anlık not düşmek isteyen herkesin elinde bu cihazlardan bir tane olurdu. Benim bile vardı, küçücük kasetleriyle uzun süre kullandım.
CD Çağı: Sayısal Sesin Işıltısı
1980’lere geldiğimizde sesin yolculuğu bambaşka bir evreye girdi. Artık manyetik bantların yerini lazer darbeleriyle yazılmış sayısal veriler almaya başlamıştı. İnce metalik bir yüzeye kaydedilen birler ve sıfırlar, müziği parazitsiz, pırıl pırıl bir kaliteyle saklayabiliyordu. Bu dönüşüm, kısaca sayısallaştırma diye adlandırıldı. CD (Compact Disc), fiziksel temasın getirdiği gürültü ve bozulmalardan bağımsız olmasıyla o güne kadar gelen diğer tüm biçimlerden ayrılıyordu. Plakların çıtırtısı, kasetlerin hışırtısı artık tarihe karışmaktaydı.
O yıllarda ben, ortaokuldan itibaren müdavimi olduğum Bilim ve Teknik dergisinde bu yeni teknolojiyi hayranlıkla okuyordum. Sayfalarında anlatılanlara göre CD’ler müziği öyle yüksek kalitede kaydedebiliyormuş ki, orkestranın tam ortasında oturuyormuş gibi hissedilebiliyormuş. Ama o dönem Türkiye’de bu teknolojiye erişmek kolay değildi ki. Amerika’da çıkan teknolojik bir yeniliğin bize ulaşması yıllar sürüyordu.
1987’de TAI’de çalışmaya başlamamın hemen ardından mesleki eğitim için ABD’ye gönderildiğimde, adeta başka bir dünyaya ışınlanmıştım. Devasa alışveriş merkezleri, elektronik mağazaları… Hepsi başlı başına bir teknoloji arenası gibiydi. Bilim ve Teknik sayfalarında görüp hayalini kurduğum o CD çalarlar, orada çoktan raflarda yerlerini almış. Orada onlara dokunmak, benim için kutsal bir nesneye dokunmak gibiydi. Technics marka bir CD çalar benim olacaktı; böyle yazmıştım kafamın bir kenarına. Bir tuşuna bastığımda, raf gibi açılan yuvasına parlak bir CD yerleştiriyor, sonra aynı tuşa basınca kapağı kapanıyor, birkaç saniye sonra da ekranda parlayan track numaraları, “play” tuşuna bastığımda odanın içine dolan pürüzsüz ses… Sanki orkestranın içindeydim.
Her ne kadar CD’ler daha çok müzik için hayatımıza girmiş olsa da, zamanla dil kursları, sesli kitaplar ya da sesli, görsel, doküman halinde mahkeme tutanakları gibi çeşitli kayıtları da taşıyan bir araç haline geldi. Bu geniş kapsamlı kullanım alanına da ‘multimedya’, yani çoklu ortam adı verildi.
Kısa süre içinde o mucize cihaz odamda yerini aldı. Klasik müziğe ilgimin tavan yaptığı zamanlardaydım. İlk aldığım CD’ler arasında Broadway müzikallerinden pasajların yer aldığı Broadway Show Tunes, ardından Cats müzikali ve birkaç klasik müzik albümü vardı. O günlerin heyecanı hâlâ kulaklarımda çınlar. CD çalarım bugün bile çalışır durumda, ama 110 voltluk trafosu taşınma sırasında kaybolduğu için uzun zamandır bir köşede atıl kaldı, sanki yeniden ilgilenmemi bekliyor.
Bugün geriye dönüp baktığımda, CD’ler sadece bir dönemin teknolojik devrimi değil, aynı zamanda benim için özenle saklanan bir hatıralar sandığı gibi bir değer kazandılar. Yıllar içinde biriktirdiğim yaklaşık 200 CD’lik bir koleksiyonum var. Raflarda yan yana dizilmiş parlak kapakların her biri, bir dönemin müzik yolculuğuna açılan küçük birer kapı gibi… Sahne ışıklarını, klasik müziğin ihtişamını, gençliğimin günlük ruh hallerini içinde taşıyan kapıcıklar. Her biri, teknolojinin parıltısını ve benim hayatımın bir döneminin yansıması.
Dijital Ses Çağı: MP3 ve Ötesi
1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında sesin yolculuğu yeni bir döneme girdi: “Dijital Ses Çağı”. Artık sesler manyetik bantlarda ya da lazer darbelerinde değil, bilgisayar dosyaları halinde taşınıyordu. Bir şarkı, birkaç megabaytlık küçücük bir dosyaya dönüşüyor, e-postayla gönderilebiliyor, flaş belleklere sığabiliyor, internetten indirilebiliyordu.
Sesin dijitalleşmesi; pratikliği ve her cihazda çalışabilmesi sayesinde adeta standart haline gelmiş olan MP3 formatı ile sınırlı kalmadı. WAV, WMA, AAC, FLAC gibi farklı formatlar da sahnede yerlerini aldı. Kimisi daha yüksek kalite sundu, kimisi daha küçük dosya boyutuyla öne çıktı. Bugün daha net anlıyorum ki, bu çeşitlilik aslında tek bir gerçeği gösteriyor: insanın daima, sesi daha az yer kaplayarak, daha kolay saklayarak ve daha hızlı paylaşarak çoğaltmanın yollarını arayışını…
Çoğu kişi internet ve MP3 ile neredeyse aynı dönemde tanıştılar. O ilk yılların heyecanıyla, ben de herkes gibi internetten sayısız müzik indirdim. Bir anda dünyanın şarkılarını, albümlerini bilgisayarıma serbestçe taşıyabiliyor olmak akıl almaz bir özgürlüktü. Ama işin bir de etik yanı vardı hemen fark edemediğimiz. Kısa bir süre içinde telif yasaları dijital eserleri de kapsamına alınca, bu yasadışı macerayı bir kenara bıraktım. Zaten çok geçmeden müziğe erişim için yasal, ücretsiz ya da cüzi ücretli platformlar ortaya çıktı.
O dönemde bilgisayarımda klasik müzik ağırlıklı yüzlerce parçadan oluşan bir arşivim vardı. Belki hâlâ eski yedeklerim arasında bir yerlerde duruyorlardır. O arşiv, hem bilgisayarın sunduğu özgürlük duygusu hem de dijital müziğe geçişte yaşanan heyecanların bir yansımasıdır adeta.
Bu dönemin bir başka yeniliği de, küçük dijital ses kayıt cihazlarıydı. Artık gazeteciler röportajlarını kasetle uğraşmadan belleğe kaydedebiliyor, toplantılarda konuşmalar pratikçe saklanabiliyor, kişisel sesli notlar anında alınabiliyordu. Daha sonra cep telefonlarının da bu işlevi üstlenmesiyle, her an her yerde aklına geleni kaydetmek mümkün hale geldi. Ben de o dönemde sık sık cep telefonuma sesli notlar bırakır oldum.
Bugün geldiğimiz noktada, artık MP3 dosyalarını depolamaya bile gerek yok. İnternet elimizin altında; müzik servisleri istediğimiz şarkıyı saniyeler içinde açıyor. O eski ‘indir–kaydet–arşivle’ ritüeli, yerini tek tıkla sınırsız erişime bıraktı. MP3 çağı belki artık geride kaldı, ama sesin dijitalleşmesinde en kritik eşiklerden birisiydi.
Streaming Dünyası: Ses Bulutta
MP3 çağının ardından müzik, bir kez daha yön değiştirdi. Bu kez dosyaları indirip saklamaya, klasörler dolusu arşivler oluşturmaya gerek kalmadı. Çünkü müzik artık bulutta, yani internetin sınırsız kütüphanesinde yaşıyordu. Spotify, YouTube, Apple Music, Deezer ve daha niceleri, milyonlarca şarkıyı saniyeler içinde önümüze serdi. Bir şarkıyı dinlemek için saatlerce inmesini beklemek yerine, tek tıkla dünyanın öbür ucundaki bir sanatçının eserini anında açabiliyoruz.
Bu, müziğin tarihindeki en büyük sıçramalardan biriydi. Radyoda tesadüfen dinlediğimiz şarkılar, plak ve kasetlerde sabırla sakladığımız albümler, CD’lerde parıltılı kalitede dinlediğimiz melodiler artık cebe sığan bir uygulamanın içinde. Hem de istediğimiz anda, istediğimiz yerde. Üstelik sadece müzik değil, podcastler, sesli kitaplar, kişisel çalma listeleriyle ses dünyası sınırlarını da genişletti. Podcastler, aslında radyo sohbetlerinin bugünkü dijital sürümü gibiler. Sesli kitaplar ise bir dönemin kasetli ya da CD’li eğitim setlerinin çok daha erişilebilir haline dönüştü.
Benim için streaming dünyası, geçmişte kurduğum tüm arşivlerin modern bir yansıması gibi. Cem Karaca’nın konser kayıtlarını, Behbudov’un ezgilerini, Broadway müzikallerini, klasiklerin en görkemli yorumlarını artık tek bir ekranda bulabiliyorum. Bir ömür boyu biriktirdiğim ses yolculuğu, bugün internetin bulutunda yeniden hayat buluyor. Artık sevdiğim bir yazarın kitabını dinleyerek yürüyüş yapabiliyor ya da ilgimi çeken bir podcast dinleyerek yolculuk edebiliyorum.
Müziğin Emekçi Perdesi: Plaktan Buluta
Ses teknolojileri evrimleşirken, perde arkasında müziğin emekçileri ve onları ayakta tutan sektör de büyük dönüşümler yaşadı.
Plakçı → Kasetçi → CD’ci → Streaming
Bir zamanlar genç bir sanatçının hayali, bir plak şirketinin kapısından içeri girmekti. Plakçıların seçiciliği ve gücü, kimin yıldız olacağını belirliyordu. Kasetlerin yaygınlaşmasıyla bu kapılar çoğaldı ama aynı zamanda korsan kopyalar da ortaya çıktı. Plakçılar kan kaybetti, kasetçiler öne çıktı; derken CD çağı geldi. Her evrimde dükkânlar biraz daha azaldı, tabelalar söküldü. Bugün artık o eski “plakçı” ya da “kasetçi” dükkânlarının çoğu tarih oldu.
Korsan Kültürünün Etkisi
Kasetler kolayca kopyalanabiliyor, sokak köşelerinde korsan albümler satılıyordu. Bu durum, sanatçılar kadar üreticileri de zora soktu. CD’ler kaliteyi yükseltti ama korsanın önünü kesemedi. Sonunda internet üzerinden MP3 paylaşımı, sektörün en ağır darbelerinden biri oldu.
Gelir Kaynaklarının Değişmesi
Albüm satışları bir zamanlar sanatçıların en büyük geliriydi. Bugünse tablo tersine dönmüş durumda. Asıl kazanç artık konserlerden, turnelerden, markalarla yapılan sponsorluklardan ve sosyal medya üzerinden gelen gelirlerden elde ediliyor. Streaming platformlarının şarkı başına yaptığı küçük ödemeler, geçim için yeterli değil; ama görünürlük ve kitlelere ulaşma açısından kritik bir rol oynuyor.
Zincirdeki Kırılma
Bir plakçıya ya da kasetçiye muhtaç olunan günlerden, sanatçının doğrudan dinleyiciyle buluşabildiği günlere geldik. Bu özgürlük sanatçılar için heyecan verici olsa da, beraberinde dev bir rekabeti getirdi. On binlerce yeni şarkının arasından sıyrılmak, sürdürülebilir bir müzik kariyeri yaratmak her zamankinden daha zor. Müziğin üretim–tüketim zinciri kırıldı; parçalandı ama aynı zamanda yeniden kuruldu.
Tanıklığımın Haritası
Bizim kuşağımız, sesin bütün serüvenine – kimi zaman fark ederek, kimi zaman da sadece akışa kapılarak – tanıklık etti.
Radyoyla başladık. Görünmez dalgaların sese dönüştüğü mucize, aileleri ve komşuları aynı odada toplayan büyüleyici deneyim.
Ardından makaralı teypler geldi. Sesin kaydedilip geri dinlenebildiği, zamanı saklayan makineler. Çocuk aklımla ilk kez kendi gülüşümü teypten duyduğumda hissettiğim şaşkınlık hâlâ kulaklarımda. Aynı zamanda aile sohbetleri, gündelik konuşmalar da böylece yeni bir boyuta taşındı.
Sonra plaklar hayatımıza girdi. İğnenin yürüdüğü oluktan yükselen çıtırtılı melodiler. Gençliğin sembolü haline gelen 45’likler, pikapların ve müzik dolaplarının etrafında yaşanan heyecanlar.
Kasetler, sesin cebe girmesi demekti. Kopyalanabilir, taşınabilir, hediye edilebilir küçük kutucuklar… Cem Karaca konseri kaydım, Behbudov’un sesi eşliğinde içilen çaylar, doğum günlerinde sırayla kaydedilen arkadaş dilekleri, hatıralar. Müziği ilk kez tamamen kişisel kılan Walkman mucizesi.
Sayısal çağın ışıltılı yüzü CD’ler oldu. Amerika’da Technics marka bir CD çalara ilk dokunuşum… Bende bıraktıkları izlerle hâlâ raflarda duran, içinde klasiklerin, sahne müzikallerinin ve nicelerinin yer aldığı yaklaşık 200 albümlük koleksiyonum.
MP3 ve ötesiyle başlayan dijital ses çağı. Bir hevesle internete saldırarak, klasik müzik ağırlıklı yüzlerce parçadan oluşan dijital arşivler oluşturdum. Aynı dönemde küçük dijital kayıt cihazları ve cep telefonları da hayatımıza girdi; böylece sesli notlar ve konuşmalar kolayca saklanabilir hale geldi.
Ve işte geldiğimiz son durak: Streaming Dünyası. Spotify, YouTube, Apple Music gibi platformlarla milyonlarca şarkı artık cebimizde. Arşiv tutmaya gerek yok; internetin bulutunda bütün müzik geçmişi ve geleceği yanımızda.
Son Söz
Bu ahir ömrümde neler gördü bu gözler…
Bir lambalı radyonun cızırtısından, bulutlarda sınırsız bir evrene dönüşen müziğe kadar…
Geriye dönüp baktığımda, bu serüvenin tek ortak paydasını daha berrak görüyorum: İnsan, varlığını ve duygularını sesle kayda geçirme, paylaşma ve zamana emanet etme arzusundan hiç vazgeçmedi, geçmeyecek de.
Şimdi akıllara şu soru gelebilir: “Peki gelecek ne gösterecek?”
Bilmiyorum. Fazla değil, daha on yıl önce elimizde CD’lerle dolaşırken, bilgisayarlarımızda CD sürücüleri varken, bugün onların bile emekli olacağını bilemezdim. Ama bugünümüze bakarak tahminler yapmak mümkün.
Yapay zekâ ile üretilen sesler, sanal konserler, artırılmış gerçeklikteki dinleme deneyimleri artık kapımızda. İnsanların sesini klonlamak mümkün hale geldi bile. Bana kalırsa, birkaç yıl içinde yapay zekâ modelleri belirli kişilik tarifleriyle o kişinin davranış tarzını öğrenebilecek, hatta onun gibi davranabilecek. Belki de aramızdan ayrılan sevdiklerimizin fotoğraflarını, ses kayıtlarını ve huylarını tanımlayarak, onlarla görüntülü görüşme yapar gibi hayali sohbetler edebileceğiz. Bütün bu ihtimallerin içinde, etik ve mahremiyetin kılavuzluğu her zamankinden önemli olacak.
Sesin daha da kişiselleştiği, belki de bizim hatıralarımızın çocuklarımızın kulaklarında yeniden canlandığı bir dönem olacak. Yine de değişmeyen tek şey, insanın sesiyle iz bırakma arzusu olacak. Bizden sonra da ses, hatıraları taşımaya devam edecek.
Bu kadar kehanet şimdilik yeter. Görelim bakalım gelecek ne getirecek…
Kalın sağlıcakla
Mustafa Haluk Saran / 5 Eylül 2025 / Aydın
…

Süper bir anlatımla çok güzel tanımlamaları içeren bir yazım olmuş elinize, ruhunuza sağlık. Yüzümde bir gülümseme ile okududum😊
Harika bir hikaye yazısı
Aynı yılların insanı olarak hepsini kendi ortamımda yaşadım… Ama insan birçok şeyi olduğu gibi bunların da çoğunu beyninin bir kıvrımına terk ediyor…
Okurken hemen aklıma gelen iki anımı aktarmak istiyorum.
1981 yılı Kasım ayında dört ay süre ile askerlik yapmak üzere Erzincan’a gittim. Kolay dedim, çabuk geçer 4 ay… Ama daha ilk haftanın sonunda ortamın hiç bana uymadığını fark edince ıstırap çekmeye başladım. İşte o dönemde her perşembe yayınlan radyo tiyatrosu imdadıma yetişti. Minik bir radyom vardı ve perşembe akşamları ranzamda battaniyemi kafamı örtecek şekilde kapatarak radyomu kulağıma dayayıp büyük bir keyifle oyunu dinlerdim.
O minik radyom ve radyo tiyatrosu en büyük desteklerimdendi.
Sene 1981. Londra’dayım. Cem Karaca’nın 1 Mayıs konseri. İngilizler bizim gibi değil ki organizasyon salonu belirli bir saate göre kiralamışlar görevliler de kendilerini ona göre ayarlamış.
Konserin sonuna yaklaştık ama ne izleyiciler ne de Cem Karaca konseri bitirmeye niyetli. Görevliler bir iki uyarıdan sonra sahne elektriklerini kestiler.
Cem Karaca bu…
“Biz de çıplak sesle okuruz yoldaşlar!..” dedi ve 1 Mayıs marşını haykırmaya başladı.
O ana kadar tıklım tıklım dolu olan ve genelde uslu uslu duran izleyicilerin tümü ayağa fırladı ve kimisinin yumruklar havada hep bir ağızdan 1 Mayıs marşını söyledik