Teknoloji Tanıklığım – İletişim

Bir yaz akşamı…
Ankara’nın doğusuna düşen bağların içerisindeki evlerden birisinde yaşıyoruz o sıralar. Evimizin üst katındaki odasının penceresinden babaannem karşı evde oturan eltisine sesleniyor, eski Ankara şivesiyle:
– “Zehraaa… Evde misin gııı? Bi ses vir!
Karşı evden yanıt gelmeyince bir daha tekrarlıyor, bu kez daha tok bir sesle:
– “Zehraaa, bak hele duymuyon mu ayol?

Tam o sırada babam da alt katta, saat 13:00 ajansını dinlemek için ahşap radyonun düğmesini çeviriyor. Lambalar ısınırken çıkan hafif “cızz” sesi, yavaşça artarak odanın içini dolduruyor. Ardından tanıdık bir erkek sesi:
Burası 1647 metre 182 Kilohertz Ankara Radyosu…

O anda çocuk olduğum için fark etmedim ama şimdi bu satırları yazarken anlıyorum ki o an evimizin içinde iletişimin bütün evrimine tanık olmaktaymışım.
Bir yanda pencereden pencereye seslenen babaannem, insanlığın en ilkel ama en içten iletişim biçimini sürdürüyorken, öte yanda babam dönemin en ileri teknolojisiyle kilometrelerce ötelerden gelen seslere kulak kesilmiş.
Biri doğal ses titreşimleri ile, diğeri elektromanyetik titreşimler ile…
Ama ikisi de amaç aynı; “birine ulaşabilmek”.

Buyurun; iletişimin geçmişiyle geleceğinin aynı çatı altında buluşmasına ancak bu kadar tanık olunabilir!

Yazıma tanımlamalar ile başlayalım ki aynı frekansta iletişime geçebilelim.

İletişimin Tanımı ve Önemi

İletişim, insanın kendini var etme biçimidir.

Ulaşılabilen en eski çağlardan günümüze; bir bilincin diğerine ulaşma çabası, bir kalbin diğerini duymak istemesidir.
Kimi zaman bir kelimeyle, kimi zaman bir bakışla, bazen de bir sessizlikle kurulagelmiştir iletişim.

İnsanoğlu tarih boyunca yalnızca anlatmak değil, anlaşılmak da istemiştir; çünkü anlaşılmak, varlığının kabul edilmesidir. Bu nedenle iletişim, sadece bir beceri değil; yaşamın sürekliliği için de temel bir ihtiyaçtır.

İletişim – Teknoloji İlişkisi / Köprü Metaforu

Teknoloji, iletişimin şeklini değil, yörüngesini değiştirdi.

İletişim bir köprü ise, teknoloji o köprünün inşaat malzemesidir.
Her yeni buluş; yazı, matbaa, telgraf, radyo, televizyon, internet; bu köprüyü biraz daha uzatan, genişleten taştır, tuğladır.

Ses artık sadece komşuya değil, kıtalar ötesine de hatta uzaya bile ulaşabildi.
Ama köprü büyüdükçe, karşı kıyı da o ölçüde uzaklaştı, oradakilere dokunmak da haliyle gittikçe daha da zorlaştı.
Teknoloji, hız kazanırken hem anlam hem de duygular yüzeyselleşti. Nerelere saklandı o kapının önüne atılıveren iki tahta sandalyede kurulup yan yana, yüz yüze, arada bir dokunmalarla, atıverilen kahkahalarla yapılan sohbetlerin tadı…

Bugün bir mesaj saniyeler içerisinde dünyanın öte tarafındaki alıcısına ulaşabiliyor ama iletilmek istenen duygunun yerini bulması da o kadar hızlı olabiliyor mu?
Artık iletişim çok kolaylaştı. Ama bedel olarak temas etmeyi kaybettik.

Bizden Öncesi / Varoluştan 1950’lere

İletişimin başlangıç tarihi, aslında insanın var olma tarihidir.
İnsan, önce sesini duyurmak istedi, sonra düşüncesini iletmek, ardından da hatırlanmak
İletişim, işte bu üç arayışın birleştiği bir çizgi olarak çağlar boyunca evrildi.

Her dönemde başka bir duyu ön plana çıktı:
Önce göz, sonra kulak, ardından el, şimdilerde de parmak uçları
Bu evrim, hem insanın algı sınırlarını hem de toplumların birbirine bağlanma biçimini değiştirdi.

İlkel Dönem / Duman, Ses ve Işıkla Anlatmak

İnsanlık, henüz kelimeler yokken bile iletişim kuruyordu.
Mağaralardaki resimler, ellerin izleri, av sahneleri yalnızca sanat değil, ilk haberleşme biçimleriydi(1).

Bir kabilenin diğerine “ben buradayım” demesi bazen ateşle, bazen dumanla, bazen boynuzdan yapılma borazan sesiyle olurdu.

Göz gördü, el çizdi, kulak duydu — iletişim işte böyle başladı.

Bu dönem, duyuların saf haliyle konuştuğu dönemdi.
Teknoloji yoktu ama anlam yoğundu; bilgi azdı ama dikkat derindi.

Antik Çağ / Yazının ve Taşıyıcının Doğuşu

Zamanla insanlar, sesin geçiciliğine karşı belleğin kalıcılığını aradılar.
Yazı, bu ihtiyacın cevabıydı: düşüncenin taşa, kile, parşömene kazınmış hâli(1).
Artık bilgi, kişinin ömründen çok çok daha uzun yaşamaya başlamıştı.
Posta güvercinleri, ulaklar, davullu tellallar; haberin taşınabilir olmasını sağladı.
İletişim artık hem kaydedilebilir, hem de iletilebilir bir nitelik kazandı.
Bu, belleğin dışsallaşmasıydı: insan, artık kendi hafızasından daha geniş ve kapsamlı bir hafıza yaratmıştı.

Orta Çağ / El Yazmaları ve Sessiz Mesajlar

Orta Çağ’da iletişim, yavaş ama derinleşmiş bir biçimde sürüyordu.
Manastırların duvarları arasında, bilginin sessiz taşıyıcıları olan el yazmaları çoğaltılıyordu(1).
Bir metnin bir nüshasının bile yıllar alması, iletişimi zamana bağlı bir sabır eylemine dönüştürüyordu.

Bu çağda “haber almak” bir ayrıcalıktı, bilgi yalnızca belli sınıfların elindeydi.
Ama aynı zamanda bu dönem, kelimenin kutsallaştırıldığı bir dönemdi — yazı, tanrısal bir köken taşır oldu.

Rönesans ve Sonrası / Matbaanın Yankısı

Sonra bir gün, Johannes Gutenberg bir devrim yaptı: matbaa.
Artık bilgi yalnızca kopyalanmıyor, çoğalıyor; düşünceler duvarların arkasından taşmaya başlıyordu(1).

Bu, bilginin demokratikleşmesi anlamına geliyordu:
Artık herkesin okuyabileceği kitaplar vardı, fikirler bir yerden bir yere “mektup gibi” değil, “dalga gibi” yayılıyordu.

Matbaa yalnızca kitapları çoğaltmadı; düzenli bilgi akışını sağlayan gazetelerin doğmasına da yol açtı. Böylece haber, tarihte ilk kez geniş kitlelere ‘aynı anda’ ulaşabilir hale geldi.

Göz yine ön plandaydı — çünkü iletişim, okumayla güçleniyordu.
İnsanlık artık düşünceyi yayabilen bir varlık haline gelmişti.

19. Yüzyıl / Telgrafın Kıvılcımı, Telefonun Nefesi

19. yüzyıl, iletişimin mesafeyi yok ettiği dönemdir.
Morse’un telgrafı, elektrik akımı sayesinde uzaklarla haberleşmeyi mümkün hale getirdi(1).
Artık mesajın iletimi, bir kervanın değil, bir elektrik akımının hızına erişmişti.

Ve ardından telefon geldi; insan sesi ilk kez tel üzerinden taşındı.
Artık yalnızca bilgi değil, duygu da iletilebiliyordu.
Ses, mekânın sınırlarını aşıp zamana bir kilometre taşı çakmıştı.
Kulak, gözün yerini almaya başlamıştı.

Üzerine bir de Marconi’nin radyosu gelince kıtalar arası mesafe de ortadan kalktı.

20. Yüzyıl Başı / Ses ve Görüntü Kitlelere Ulaştı

20. yüzyılın başında, insanlık artık hem duyuyor hem görüyordu.
Radyo milyonları aynı anda aynı sesi dinlemeye davet etti(2).
Sinema ise insanlığın düşlerini perdeye yansıttı; artık hikâyeler anlatılmıyor, yaşatılıyordu.

Kitle iletişimi, toplumların ortak duygusunu şekillendiren yeni bir güç haline geldi.

Artık göz ve kulak aynı ritimde çalışmaya başladı; sadece bilgi değil, duygu da kitleselleşti.

1945–1950 / Televizyonun Yükselişi

Savaşların ardından yeniden kurulan dünya, evlerin ortasına bir mucize koydu: televizyon.

Ses ve görüntünün birleşmesiyle, koskoca dünya bir ekrana sığar oldu.
Artık her ev küçük bir tiyatro, küçük bir haber merkeziydi(3).

Bu, insanlığın “görsel-işitsel çağ”a attığı ilk büyük adımdı.
Bir yanda umut, bir yanda yönlendirme…
Her teknoloji yeni bir araç olmakla birlikte, bize kendimizi gösteren birer ayna oldu aynı zamanda.

Bizimle Birlikte

Biz bu dünyaya gözlerimizi açmadan önce, insanlık artık görebiliyor, duyabiliyor, hatta kaydedebiliyordu.

O büyük iletişim köprüsü hızla ilerliyordu…
Biz dünyaya geldikten sonraki yıllarda o köprüye yeni bir akış daha katıldı:
bilgi sinyale dönüştü, ses veriye…

Bizim Tanıklılarımız (1945’lerden Günümüze)

İletişimin tarihi artık kitaplara değil, hatıralarımızda yazılmaya başladı.

Her on yılda bir başka ses, bir başka görüntü, bir başka “bağlanma biçimi” girdi hayatımıza.

Bizler o köprünün üzerinde büyüdük — her birimiz, köprünün taşlarına, kablonun bir ucuna dokunduk, yerimizi aldık.

1950 – 1960 / Radyonun Sesi, Mektupların Sessiz Dili

Çocukluk yıllarımızın en büyülü sesi radyoydu.
Akşamları herkes sofradan kalkar kalkmaz salondaki büyük lambalı radyonun etrafında toplanırdık.
Cızırtıların ardından duyulan o tok erkek sesi hep aynı cümleyle başlardı:
“Burası Ankara Radyosu…”

Radyomuz, evimizin içine görünmez bir pencere açardı.
Oradan; dış dünyanın, haberin, müziğin, hikâyenin kokusu gelirdi.
Arkası Yarın”lar, “Radyo Tiyatrosu” programları; birer aile ritüeliydi adeta.
Her evde benzer bir sessizlik olur, kulaklar dikilir, sadece o ses konuşurdu.
O dönem iletişim, dinlemenin sanatıydı.

Mektuplar ise uzaklardan gelen o seslerin kalemle yazılmış sessiz hâlleriydi.
Zarfın üzerindeki el yazısı, içinden çıkan katlamış kağıttaki mavi mürekkeple yazılmış titrek yazı adeta bir ses kadar canlıydı.

Bir mektubu beklemek, postacının yolunu gözlemek bile bir iletişim biçimiydi — sabırla kurulan bir iletişim bağı.

1960 – 1970 / Kara Telefonun Sesi

Sonra; tek tük de olsa, uzun bekleyişler sonunda evlerimize bir mucize daha geldi: Kara Telefon.
Siyah bakalit gövdesi, pirinç gibi parlayan çevirmeli kadranı, o tok tıktır tıkır çevirme sesi hâlâ kulağımdadır.
O yıllarda telefonla özellikle şehirlerarası aramak da konuşmak da sabır isterdi.
Çünkü her arama, santral üzerinden yapılırdı.
Ahizeyi kaldırır, “Memur hanım, İstanbul, şu şu şu numarayı bağlayın lütfen.” derdik.

Saatler sonra telefonumuz çalar, santral memuresi ‘İstanbul bağlandı, konuşun!’ der. Ardından başlarız karşılıklı ‘Alo, Alooo!’ diye bağrışmaya. Arada birkaç kelime zor duyulur, başka sesler karışır. Santral memuresinin sesi yine araya girer: ‘Adanaaa, çık aradan!’…

Kimi zaman kendi sesimizin yankısını duyardık ahizeden. Kimi zaman da hat düşer, iletişim kopardı. Ama sonuçta bir şekilde konuşabilmiş, kısıtlı da olsa karşılıklı bilgi alışverişinde bulunmuş olurduk.

İletişim hâlâ sınırlı olmasına rağmen artık mesafeler aradan kalkmış, sesimiz uzaklara ulaşır olmuştu. Bir “Alo”nun değeri, bir mektuptan bile büyüktü.

1970  – 1980 / Ortak Ekranın Çağı

Derken evlerimizin ortasına bir başka mucize girdi: Televizyon. Evimizin en değerli köşesine kuruldu. Kimi evlerde üzerine dantel örtüler örtüldü.

Siyah-beyazdı ama bize renkli bir dünya sunuyordu.
Cumartesi akşamları “Arkası Yarın” artık radyoda değil, ekranlardaydı.

Ekranda TRT logosu belirdiğinde, evlerde bir tören havası başlardı. Ev halkı, komşular televizyonun karşısında; büyükler kanepede, koltuklarda, küçükler yerde, minderlerin üzerinde yerlerini alır, gözler ekrana kilitlenir, yayının başlaması beklenirdi.

O tek kanal, bütün ülkenin kalbini aynı ritimle attırırdı.
Bir köydeki, bir şehirdeki, bir apartmandaki herkes aynı saatte aynı heyecanla, aynı haberi izlerdi.

Televizyon, bilgiyle duyguyu aynı anda taşımayı öğretti bize.
Yayın sonunda haber bülteni biterken Anıtkabir’de sert adımlarla rap rap yürüyen askerlerin görüntüsüyle bayrağımız İstiklâl Marşı eşliğinde göndere çekilir, böylece yayın sona ererdi. Aradan 15 dakika geçmesine rağmen cihazlar hâlâ açık ise ekranda “Lütfen televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız.” ibaresi çıkar, bir süre kalır, sonra yayın kaybolur, ekranda hışırtı sesi ile birlikte karlar uçuşmaya başlardı.

Ekranın kararmasının ardından bizler de gecenin sessizliğine karışırdık.

İletişim, artık görerek duymak demekti.

1980 – 1990 / Teleks, Faks, Kaset Dönemi

1980’lerle birlikte iletişim teknolojisi ivme kazandı.

İş yerlerinde, dairelerde daktiloya benzeyen, telefon hattına bağlı cihazlar belirdi: Teleks.
Bir uçtaki operatör tuşlara bastıkça, satır satır karşı taraftaki kâğıda da aynı yazılar eş zamanlı olarak düşüyordu. İlk kez iki kurum, kâğıt transferi olmadan anında belge aktarımı yapabilir hale geldi.

Kısa süre sonra sahneye Faks makineleri çıktı.
Fotokopi makinesine benzeyen bu cihazlar, taradıkları dokümanı telefon hattı üzerinden karşı tarafa aktarıyor, orada birebir çıktısını veriyordu.
İlk başta siyah-beyaz, sonra renkli modellerle, “görsel bilgi aktarımı” dönemi başladı.
Artık bir sayfa, binlerce kilometre öteye saniyeler içinde ulaşabiliyordu.

Aynı yıllarda kaset ve video bandı teknolojileri de yaygınlaştı.
Ses ve görüntü birlikte ilk kez kaydedilebilir, saklanabilir ve yeniden paylaşılabilir hale geldi. Bu, iletişimin yalnızca “anlık” değil, kalıcı biçimde taşınabildiği yeni bir evreydi.

1980’ler, bilgi iletiminin ilk kez bürolardan evlere sızdığı; sesin ve görüntünün ev içinde kaydedilip saklanabildiği, kişisel bilgisayarların da yavaş yavaş evlere girmeye başladığı yıllardı.

İletişim artık yalnızca anı paylaşmak değil, anı kaydetmek anlamına da gelmeye başlamıştı.

1990 – 2000 / Bilginin Dijitalleştiği Yıllar

90’larla birlikte iletişim bambaşka bir boyuta sıçradı.
Bilgisayar nihayet evlerimize girdi; önce büyük, hantal ekranlarıyla, kasalarıyla; ardından yanına tüm evi meşgul edecek yeni bir misafir getirerek; Sayın Modem’i takdimimdir… Telefon hattına bağlanırken çıkardığı o cırcır böceği gibi sesler, yalnızca bir bağlantı sesi değil; bir çağın kapısını aralamanın sesiydi.

Artık mektuplar yerlerini e-postalara, günler süren bekleyişler yerlerini saniyeler içinde gelen mesajlara bırakıyordu. Bilgisayardan aniden yükselen o meşhur Ping! sesi, haberleşmenin yepyeni ritmiydi.

Cep telefonlarının gelişi, ardından internete erişebilir olması da bambaşka bir devrimdi.
Artık her an, her yerden ulaşılabilirdik; bu özgürlük hissi beraberinde ince bir baskıyı da getirdi.
“E-postama cevap geldi mi?”
“Mesaj attım, okudu mu?”
İletişimin kaygıları bile dijitalleşmişti.

Yine de bu dönem, dijital çağın en masum yıllarıydı.
Bilgi sessizce sayısallaşıyor, sesler, görüntüler, kelimeler birer veri paketine dönüşüyordu.

Ve bizler farkında bile olmadan, Dijital Dünyanın ilk sakinleri haline gelmeye başlamıştık.

2000 – 2010 / Sosyal Medya ve Dijital Kimlikler

Yeni binyıl ile birlikte iletişim artık çift yönlü olmaktan çıktı; çok yönlü, eşzamanlı ve bir anda çoğalan bir iletişim ağına dönüştü.

MSN pencereleri…
Blog sayfaları…
Facebook profilleri…
Bir anda herkes hem bir yayıncı, hem bir izleyici oldu.

Paylaşmak” yeni bir davranış biçimine,
görünür olmak” ise yeni bir ihtiyaç hâline geldi.

Kimi için sosyal medya kendini ifade etmenin özgür alanıydı;
kimi içinse yalnızca yankıların döndüğü dijital bir koridor.

Artık iletişim, kelimeleri ileten “gönder” butonuyla kuruluyordu.
Her mesaj kalıcıydı, her paylaşım geri dönülmez bir iz bırakıyordu.

Dijitalleşme hız kazanırken, dokunmanın sıcaklığı yavaş yavaş buharlaşıyordu.
Ekranlar büyüyor, bağlantılar çoğalıyor, fakat temas gitgide azalıyordu.

(Bakınız: önceki yazım “Cuoricini: Küçük Kalpler”)

2010 – 2025 / Akıllı Çağın Akışında

Son on beş yıl, belki de insanlık tarihinin en hızlı dönemiydi.
Artık iletişim bir cihazla değil, bir ekosistemle yapılıyordu.
Telefonlar akıllandı, bulut sistemleri görünmez arşivler kurdu.
Sesli asistanlar, yapay zekâlar, çeviri sistemleri…
Her şey “anında” oldu; beklemek neredeyse tarihe karıştı.

Ama bütün bu hızın içinde değişmeyen bir şey vardı:
İnsan hâlâ duymak ve kendini duyurmak istiyordu.
Hayatımızda ne kadar çok cihaz, ne kadar çok uygulama olursa olsun, iletişimin özü aynı kaldı:
Bir bilincin diğerine ulaşma arzusu.

Köprü Üzerinden Görünen

Biz o köprüde yürürken, iletişim araçları elden ele değil, nesilden nesile geçti.
Telgraf tellerinden fiber kablolara, mektuplardan buluta…
Her şey değişti, hızlandı, karmaşıklaştı;
ama o ilk sesleniş, “bi ses vir!” diyen o içten çağrı, hiç kaybolmadı.

Sonuç ve Değerlendirme

Sonuç:

İletişimin izini sürdüğümüzde, insanın önce sesini, sonra düşüncesini, ardından da hatırasını taşımayı öğrendiğini görüyoruz.
Dönemler değişti; araçlar, hız ve erişim arttı.
Ancak öz aynı kaldı: birinin diğerine ulaşma arzusu.

Bu yazım ile, o arzuya eşlik eden araçların nasıl evrildiğini ve bizim kuşağın bu evrimin tam ortasında nasıl konumlandığını göstermek istedim.

Değerlendirme:

Hız / DerinlikMesajlar hızlandı; anlamın yerleşmesi yavaşladı. Konuşuyoruz ama dinlemiyoruz; bakıyoruz ama görmüyoruz.
Görünürlük / YakınlıkSosyal medya görünürlüğü artırdı; yakınlığı çoğu zaman azalttı.
Paylaşmak” çoğaldı, “paylaşabilmek” zorlaştı.
Prosumer(*) gerçekliğiHepimiz hem üretici hem tüketiciyiz.
Bu güç, hem sorumluluk hem de gürültü doğuruyor.
Dijital görgü ve okuryazarlıkYanılsamalar, yankı odaları ve dezenformasyon çağında en kritik kas, dijital okuryazarlık ve dijital görgü
(etik-etkileşim kuralları).
Yalnızlaşma paradoksuHerkes her yerde” ama temas eksik olunca iletişim, içimizde tam yerine oturmuyor.

Yakınlık hissi arttıkça, ilişki emeği azaldı; temasın bedeli görünmezleşti.

Geleceğe Bakış

İnsan–teknoloji simbiyozu(**)Araçları kullanmakla kalmayacağız; onlarla birlikte düşüneceğiz.
İnsan + Yapay Zekâ” ortak üretim modeli sıradanlaşacak.
Duygu okuyan sistemlerSes tonu, yüz ifadesi ve bağlamdan duygu çıkaran yapay zekâ, müşteri hizmetinden eğitime kadar birçok alanda “ön-sezili” iletişim kuracak.
Beyin–bilgisayar arayüzleriSessiz iletişim ihtimali güçlenecek; bazı durumlarda kelimeler geri çekilirken niyet ve işaretler öne çıkacak.
Dijital sezgiKonuşmadan, mikro ifadelere ve etkileşim izlerine bakarak anlam çıkarma yeteneği hem insanlar hem makineler için artacak.
Mahremiyet ve etikBu güç, mahremiyet, onay ve veri mülkiyeti tartışmalarını büyütecek.
İnsanın rızası” iletişimin temel bileşenine dönüşecek.
Yavaş iletişim adalarıSürekli bildirim çağında, “yavaş iletişim” (niyetli, sınırlı, anlaşmaya dayalı frekans) değer kazanacak; küçük, güvenli topluluklar öne çıkacak.
İnsanın payıOtomasyon ne kadar gelişirse gelişsin, “anlamlandırma”, “empati” ve “temas” katmanı insan eliyle tamamlanacak.

Çok da uzak olmayan bir gelecekte; ’Bildirim Sessizliği Pencereleri’, ‘Cevap / Zamanı Anlaşmaları’, ‘Küçük Topluluk Kuralları’ ve ’Yavaş İletişimin Protokolleri’ gibi kavramlar da hayatımızda yerlerini alacaklar.

Kapanış

İlk çağlardan beri iletişim, bazen sesle, bazen sembollerle, bazen sinyallerle sağlandı…
Ama taşıyan ne kadar değişirse değişsin, iletişimin özü hep aynı kaldı:
bir bilincin diğerine ulaşma çabası.

Bugün mesajlarımız ışık hızında gidiyor; ama duygularımız çoğu zaman yerinde sayıyor.
Artık konuşmuyoruz, gönderiyoruz; duymuyoruz, izliyoruz.

Yine de, bütün bu karmaşa içinde hâlâ birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz.

Son Söz

Birbirimizle her yerden konuşuyoruz; ama en büyük sessizlik, dokunamadığımız yerde duruyor.
Bizler iletişimin hızla değiştiği çağa tanık olduk; ama değişmeyen tek şey, duyulma isteğimizdi.

Bütün bu hızın, bütün bu sinyallerin arasında hâlâ bir ses bekliyoruz.

Kalın sağlıcakla,
Mustafa Haluk Saran / 15.11.2025 – Aydın

Dipnotlar:

* Prosumer: “Producer” (üretici) + “Consumer” (tüketici) kelimelerinin birleşimidir.
Kavramı iletişim ve medya bağlamında sistematik biçimde ele alan ilk kişi Alvin Toffler’dir (The Third Wave, 1980).
Günümüzde kullanıcıların hem içerik tüketip hem kendi içeriklerini üretmeleri anlamında kullanılmaktadır.

** Simbiyoz: İki farklı varlığın karşılıklı fayda sağlayarak birlikte yaşaması ve birbirini tamamlaması anlamına gelir. Biyolojide kullanılan bu kavram günümüzde insan–teknoloji ilişkisini tanımlamak için de kullanılmaktadır; çünkü her iki taraf, birlikte çalıştığında tek başına olduğundan daha güçlü ve işlevsel bir yapı oluşturur.

Yararlanılan Kaynaklar:

(1) Medya ve İletişim – Anadolu Üniversitesi, AÖF Yayını No: 2548

  • Bölüm 2: İletişim Türleri
  • Bölüm 3: İletişim Modelleri

(2) Sosyal Medya Araçları – Anadolu Üniversitesi, AÖF Yayını No: 4334

  • Bölüm 1: İletişim Araçlarının Tarihsel Gelişimi
  • Bölüm 4: Dijital iletişim ve araç yapıları

(3) Sosyal Medya Yönetimi – Anadolu Üniversitesi, AÖF Yayını No: 4333

  • Bölüm 1: Sosyal Medyaya Giriş
  • Bölüm 2: Kullanıcı davranışları ve etkileşim
  • Bölüm 8: Dijital medya ekosistemi

Ek Okuma / Destekleyici Kaynaklar:

Dijital Çağda Reklam– Anadolu Üniversitesi, AÖF Yayını No: 4226

  • Bölüm 1: Reklamcılıkta dijital dönüşüm
  • Bölüm 3: Görsel iletişim ve dijital içerik stratejileri

Sosyal Medya ve Propaganda – Anadolu Üniversitesi, AÖF Yayını No: 4006

  • Bölüm 1: İletişimde manipülasyonun arka planı (arka plan analizi için referans)

Bir yanıt yazın