Bir nostalji: Telgrafın Telleri

Merhaba Dostlar;

Kulağım televizyonda çalan şarkıya takılıyor. Yeni Türkü grubu söylüyor; “Telgrafın Tellerine Kuşlar mı Konar”…

Şarkıdaki “Telgraf” kelimesine takılıyorum. Buyurun size taptaze bir teknoloji nostaljisi. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde doğan pek kimse hayatta kalmamıştır ama ikinci ve üçüncü çeyreğinde doğanlar hatırlar o düğünlerde, doğum günlerinde, önemli günlerde kutlama amacıyla gönderilen ya da önemli haberleri ilgilisine acil olarak iletebilmek için kullanılan telgrafları. Olur da, yolunuz eski yollardan geçerse görebilirsiniz hâlâ durmakta olan o yuvarlak ağaç direkleri, tepelerindeki beyaz porselen fincanları ve onlara bağlanıp giden kap kara telgraf, telefon tellerini. Şimdilerde ne telgraf kaldı ne de telleri. Yerlerini binlerce kişiyi aynı anda konuşturduğu gibi bir o kadar da radyo ve televizyon yayınını ve dahi bilgisayar verilerini aktaran radyolink hatları ve uydular aldılar. Yine takılıp kalıyor gözlerim iki çorap arasında, öylece dalıp gidiyorum geçmişe…

Uzun burunlu, eski bir otobüs canlanıyor gözümde; Ankara’dan kalkalı saatler geçmiş. Çevresi yer yer sarıya, yeşile, kahverengine, maviye boyanmış bir tablo içerisinde ince, uzun bir yolda, ardında küme küme toz bulutları bırakarak önünde kıvrılıp giden yolda 45 Km gibi muazzam bir hızla, homurdana homurdana İstanbul’a doğru yol almakta olan. Yolun manzarasına da onun ayrılmaz parçasıymışçasına kesintisiz olarak “Direk, Teller, Direk, Teller” şeklinde ritmik olarak devam eden telgraf telleri eşlik ediyor bir şarkıya piyanonun eşlik ettiği gibi. Yukarıdan aşağıya katlanarak açılan pencerelerin kimisi açık kimisi kapalı. Pencerelerden içeriye egzoz gazı, benzin kokusu ve toz toprak dolmakta. Arada bir de sinek, arı hatta kelebek gibi uçuşan canlılar girmekte içeriye. İçindeki yolcuların kimisi uyuklamakta, kimisi de bitkin, bunalmış gözlerle bakınmakta adeta bir eğlence ararcasına.

Görünüşe göre henüz bir iki yaşlarında olan küçük bir çocuk, az önce diğer yolcuların da elinden tutarak yardım etmesi sayesinde otobüs koridorunu bir uçtan bir uca kat etmiş olmanın verdiği zafer duygusu ve yorgunlukla annesinin kucağında, yanlamasına, yüzü pencereye dönük olarak dizüstü dikilmiş, iki avucunu ve burnunu cama dayamış, iri iri açılmış maviş gözlerinde doyumsuz bir merakla, kafasını bir sağa bir sola çevirerek kâh sonsuzluğa uzanan tarlaları, kâh hızla geçip giden ağaçları, kâh meralarda otlayan hayvanları izlemekte, arada bir sanki bir şeyleri ilk kez görüyormuş gibi çığlıklar, kahkahalar atarak hayret sesleri çıkartmakta.

Yolun ötelerinde yol kenarında yan gelmiş uzanmış başlarına kasketlerini yan takmış köylü çocukları uzaklardan gelen otobüsü görür görmez fırlayıp otobüsle aynı yönde koşmaya başlıyor, bir yandan da iki ellerini havada sallayarak “gastee gasteee” diye bağırıyorlar. Otobüs çocuklar ile aynı hizaya geldiğinde arka sıralardan orta yaşın biraz üstünde, bıyıklı, hafifçe kilolu bir adam ciddi bir ifade ile bir tomar gazeteyi otobüs penceresinden olabildiğince öteye fırlatıyor, gazeteler havada uçuşarak dağılıyorlar. Çocuklar büyük bir sevinç ve heyecanla ortalığa yayılmış olan gazetelere koşuyor ve kapışmaya başlıyor, ellerine geçirdikleri gazetelerin bir kısmını kollarının altına sıkıştırıyor, bir kısmını göğüslerine bastırıyor, bir gazete daha kapabilmek için oradan oraya seğirtiyorlar. Önlerde oturan bir kadın bu görüntülere burun kıvırarak bakıyor, “Hıh; sanki okuyacaklar” diyor, “Saman sarıp, sigara yapıp içecekler” diye sözlerini tamamlıyor. Çocuk bir anlam veremeden bütün bu olan biteni izliyor merakla. Annesi çocuğun merakını fark ederek, köylere imkânsızlıklardan dolayı kolay kolay gazete ulaşamadığını, köylü çocukların okuma bilenlerinin okumak, bilmeyenlerinin de resimlerine bakmak, böylece dünyada olan bitenden kısmen de olsa haberdar olmak için böyle gelen geçen otobüslerden, trenlerden gazete istediklerini dili döndüğünce ve oğlunun anlayabildiğince anlatmaya çalışıyor.

İstanbul’a vardıklarında baba çocuğun ayağında ayakkabılarının olmadığını fark ediyor ve eşinin çıkartıp saklamış olabileceğini düşünerek ayakkabıların nerede olduğunu soruyor.  Anne “Bilmem” dercesine dudak bükerken çocuk, yüzüne düşen ve yalnızca büyük bir iş başarmış olan insanların alabileceği hazdan kaynaklanan bir gülümseme ile gazeteleri dışarıda koşan çocuklara atan adamın hareketlerini taklit ederek, önünde duran hayali pencereden elinde tuttuğu hayali ayakkabıları fırlatma hareketi yaparak neşe ile “attiiii” diyor.

Bütün bunlar bir anda gözlerimin önünden geçiyor. Sonra yine o dönemlerde radyodan yapılan duyurular aklıma geliyor. Tam kelimeleri ile anımsayamıyorum ama köylü çocuklara, yol boyunca uzanıp giden telefon ve telgraf direklerindeki fincanlara taş atmamalarını, direklere, tellere ve fincanlara zarar vermemelerini; aksi takdirde, kırılan fincanların haberleşmeyi aksatacağını; bunun sonucunda belki de yaşamsal risk taşıyan bir hastanın ihtiyaçlarını karşılamak için yapılması gereken acil görüşmelerin mümkün olamayabileceğini; sonuçta hastanın hayatını bile kaybedebileceğini ifade eden bir uyarı yapılmakta olduğunu hatırlıyorum.

Gördünüz mü bir şarkı neler neler çağrıştırdı, geçmişi yeniden yaşattı…

Bütün bunlar aklımdan geçerken, televizyonda sırası geldiği için arz-ı endam eden bir Rap Grubunun dakikada iki yüz kelime atan bir makineli tüfek gibi art arda sıraladığı kelimeler beynimi adeta kurşun yağmuruna tutuyor, düşlerimi yaralıyor, tatlı bir rüyadan uyanırcasına beni bugünün mekanik dünyasına döndürüyor maalesef. Ne alakaysa; “İnternet telgrafı da teleksi de mektuplaşmayı da öldürdü. Posta pulu bile hatırlanmaz oldu. Pul koleksiyonculuğu bile öldü; pul koleksiyonculuğu…” diye mırıldanmakta olduğumu fark ediyorum.

M. Haluk Saran / 02.06.2022

Bir yanıt yazın