Teknoloji Tanıklığım – Görüntünün İzinde

İnsan, var olduğundan beri yaşadıklarını kaydetmek, bir iz bırakmak istedi. Bu iz bazen bir ses, bazen bir sözdü; ama çoğu zaman gözün gördüğünü geleceğe aktarma arzusuydu. Görüntü, söze göre daha kalıcıydı. Belleği uyandıran, duyguları yeniden canlandıran bir güç taşıyordu. Bugün cebimizdeki telefonlarla saniyeler içinde onlarca fotoğraf ve video çekebiliyorsak, bu o içgüdünün binlerce yılda evrimleşmiş hâlidir.

Bana gelince; kendi görsellik hikâyeme ilk çocukluk dönemlerimde kâğıt karalamalarımı, çöp adam çizmelerimi saymazsam, bu yolculuğun kırmızı bir kutu biçimindeki fotoğraf makinemle başladığını hâlâ sevgiyle gülümseyerek hatırlıyorum.

Teknoloji Tanıklığım” yazı dizimin bu ikinci bölümünde, insanlığın görsel hafızasının izini süreceğim. Görüntünün sanatla başlayıp teknolojiyle evirilen bu uzun yolculuğunu, kendi yaşamımdaki dönüm noktalarıyla birlikte anlatacağım.

Bizden Öncesi

İnsanın görsel yolculuğu, on binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilen resimlerle başladı. Lascaux ve Altamira mağaralarında bulunan bizon, geyik ve av sahneleri, yalnızca avcıların günlük hayatını yansıtmıyordu; aynı zamanda bir hafıza, bir ritüel ve bir iletişim aracına dönüşüyordu. O çizimler, söze dökülemeyen deneyimlerin, gelecek kuşaklara aktarılan birer işaretiydi.

Zaman ilerledikçe, görsel hafıza daha sistematik hale geldi. Antik Mısır’da hiyeroglifler yazıyla görseli buluşturdu; her sembol bir sözcükten fazlasını, bir hayat tarzını anlattı. Antik Yunan ve Roma mozaikleri ile freskler, günlük yaşamdan mitolojik öykülere kadar geniş bir dünyanın resmini çizdi. Orta Çağ ikonaları ise, inançların ve kutsal anlatıların görseller üzerinden aktarılmasının en güçlü araçları oldu.

Görsel Sanatın Uyanışı

15. ve 16. yüzyıllara gelindiğinde, insanın dünyaya bakışı kökten değişti. Rönesans (yaklaşık 1400–1600), yalnızca sanatın değil, görmenin de yeniden doğuşuydu. Perspektifin keşfi, anatominin incelenmesi ve ışık-gölge dengesiyle birlikte resim artık “gözün bilimi” haline gelmişti. Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sı(1), Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı(2) freski ve Botticelli’nin Venüs’ün Doğuşu(3) tablosu, insanın evreni ve kendini anlamlandırma çabasının görsel simgelerine dönüştü.

Barok döneminde (1600–1750) ışık dramatikleşti; sahne ve duygunun gücü öne çıktı. Rembrandt, Gece Devriyesi(4) ile karanlığın içinden hikâye çıkardı. Ardından gelen Rokoko (1720–1780), zarafet ve inceliği ön plana taşırken; Romantizm (1800–1850) insanın iç dünyasını, doğayla kurduğu duygusal bağı tuvale yansıttı. Her dönem, insanın kendi çağını görsel olarak anlatma biçimiydi. Renkler, biçimler, dokular değişse de “anlam arayışı” hep aynı kaldı.

19. yüzyılın ikinci yarısında, sanat gerçeği olduğu gibi yansıtmaya yöneldi. Realizm  döneminde (1840–1880) Gustave Courbet, Taş Kırıcılar’da(5) emeği ve hayatın çıplak yüzünü resmetti. Ardından Empresyonizm (1870–1890) geldi; Renoir’ın Teknede Öğle Yemeği(6) tablosu, ışığın ve anın geçiciliğini kutladı. Ama sanat burada da durmadı: Post-Empresyonizm döneminde (1885–1910) Van Gogh Yıldızlı Gece’de(7) dış dünyanın değil ruhun renklerini anlattı. Kübizm (1907–1914) ile Picasso, Avignonlu Kızlar(8) ve analitik/sentetik dönem işleriyle biçimi parçaladı; daha sonra Guernica(9) (1937) ile modern sanatın politik vicdanını tuvale taşıdı. Sürrealizm (1920–1940) Dalí’nin Belleğin Azmi’yle(10) zamanı eğip bükerken, 1960’ların Pop Art dalgasında Andy Warhol’un Marilyn(11) serisi tüketim çağını gözler önüne serdi.

Sanatın dili soyutlaştıkça, insanın “gerçeği yakalama arzusu” da farklı bir mecra aradı. Fırça artık yetmiyordu; ışıkla resmetmenin zamanı gelmişti. Ve işte o an, fotoğraf sahneye çıktı.

Işıkla Yazma – Fotoğraf

19. yüzyılın başında insanlık yepyeni bir buluşla tanıştı: fotoğraf. Işığın izini bir yüzeye sabitleme hayali artık gerçekleşmişti. Joseph Nicéphore Niépce, 1826’da penceresinden gördüğü manzarayı, kalay bir levha üzerine kaydetmeyi başardı. Louis Daguerre birkaç yıl sonra dagerreyotipi ile bu başarıyı herkesin görebileceği hale getirdi; William Henry Fox Talbot ise kalotip yöntemiyle görüntüyü çoğaltılabilir bir hale soktu. Artık çizmek yerine, ışığın kendisiyle “yazmak” mümkündü. Bu, sanatla bilimin buluştuğu bir devrimdi.

Yıllar içinde fotoğrafın kimyası da, ruhu da değişti; George Eastman Kodak ile sahneye çıktı. Onun rulo film buluşu ve meşhur “Siz düğmeye basın, gerisini biz yaparız” sloganı, fotoğrafı atölyelerin dar dünyasından alıp sokağa, parklara, evlerin içine taşıdı. Artık anı yakalamak için sanatçı ya da bilim insanı olmak gerekmiyordu. Fotoğraf, insanların günlük hayatının bir parçası haline gelmişti. 1907’de Autochrome yöntemiyle ilk renkli fotoğraflar ortaya çıktı; henüz tam olgunlaşmamışlardı ama dünya, gri tonlarından yavaş yavaş sıyrılmaya başlamıştı.

Yüzyılın ortalarına gelindiğinde fotoğraf makineleri küçüldü, hafifledi, hızlandı. 35 mm filmler, taşınabilir kameralar, flaşlar derken ışık artık herkesin parmak ucundaydı. Gazeteciler olayların içinden kareler gönderiyor, aileler bayramlarda bir araya gelip “gülümseyin” diyordu. Fotoğraf bir kayıt olmanın ötesine geçti; anı tutmanın, duyguyu dondurmanın ve zamanı durdurmanın yolu oldu.

Sinemanın Doğuşu

1895’in Aralık ayında Paris’te, Grand Café’nin bodrum katında küçük bir kalabalık toplanıyor. Herkes merak içinde; çünkü Lumière Kardeşler icat ettikleri Cinématographe adlı makinelerini tanıtacaklar. Programda her biri 40–50 saniyelik 10 kısa film var. İlk sahnelerde fabrikadan çıkan işçileri izleyen seyirciler gayet sakin, hatta hayranlıkla bakıyor. Ama sıra “Bir Trenin La Ciotat(12) Garına Girişi”ne gelince işler değişiyor. İnsanlar; perdeye doğru hızla yaklaşan treni, sanki salonun içine girecekmiş gibi görününce ortalık karışıyor. Kimi sandalyeleri devirerek fırlıyor, kimi kaçmak için kapıya koşuyor. Abartı payı olsa da o gece sinemanın doğum tarihi olarak kabul ediliyor. Perdeye yansıyan o tren sahnesi, yalnızca bir teknik gösteri değil; hayal gücüyle gerçeği aynı karede buluşturan bir devrimdi. Koca bir sinema dünyası bir kafeteryanın bodrumunda işte böyle yaşam buluyor.

Kısa süre içinde sessiz sinema dönemi başladı. Char­lie Chaplin, bastonuyla dünyayı dolaşırken, yüz mimikleriyle milyonlarca insana sözsüz hikâyeler anlattı, güldürdü, ağlattı. Siyah beyaz filmler, o sade hâlleriyle bile insan duygusunun her tonunu taşıyordu. Işık ve gölgenin dans ettiği kareler, renkten yoksun olsalar da hayatın tam da içindendi. Belki de o yüzden, siyah beyaz filmler insana rüyayla gerçeğin tam ortasında olma hissini verirdi. Ağlamak da, gülmek de ortak duygusal aktarımlardı.

20. yüzyılın eşiğinde görsel teknoloji artık durdurulamaz bir hız kazanmıştı. Sessiz sinemadan sesliye, siyah beyazdan renkliliğe, büyük stüdyo kameralarından taşınabilir makinelere uzanan bu değişim, insanın görüntüyle kurduğu bağı kökten değiştirdi. Tam da bu dönemde sinema, hemen ardından televizyon geldi; insanlar ilk kez aynı görüntüye birlikte bakar oldular. Aynı sahneye gülüyor, aynı sahnede ağlıyorlardı. Görüntü artık yalnızca bir kayıt değil, ortak bir duygu haline dönüşmüştü.

Televizyon – Evlerimizin Dünyaya Açılan Penceresi

Sinemadan sonra görüntünün yeni durağı televizyon oldu. İnsan artık yalnızca sinema salonlarında değil, evinin bir köşesindeki küçük bir ekrandan dünyayı izleyebilecekti.
1920’lerde John Logie Baird’in (26 Ocak 1926, Londra) mekanik taramalı ilk televizyon denemeleri, bu yeni fikri görünür kıldı. Ardından 7 Eylül 1927’de San Francisco’da Philo Farnsworth tamamen elektronik yapıyı geliştirerek bugünkü televizyonun temelini attı.
1930’larda kamera tüpleri ve katot ışınlı ekranlarla (CRT) görüntü kalitesi hızla arttı. 2 Kasım 1936’da BBC, Londra’daki Alexandra Palace’tan dünyanın ilk düzenli televizyon yayınını başlattı. II. Dünya Savaşı sırasında yayınlar kesildi, 1946’da yeniden başladı.

1953’te II. Elizabeth’in taç giyme töreni, televizyonun ilk büyük küresel olayı sayılır; milyonlarca insan aynı anda aynı sahneyi izledi. 1962’de Telstar-1 uydusunun fırlatılmasıyla kıtalar arası canlı yayın dönemi başladı. Artık televizyon, dünyanın ortak penceresi olmuştu.

Türkiye’de televizyonun ilk ışıkları 9 Temmuz 1952’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nin küçük stüdyosunda parladı. “İTÜ TV” adıyla yapılan bu deneme yayınları, o yıllarda İstanbul’da yalnızca birkaç yüz kişi tarafından izlenebiliyordu.

Gerçek anlamda ulusal yayın dönemi ise 31 Ocak 1968’de TRT’nin Ankara’dan yaptığı ilk televizyon yayınıyla başladı — ama orası artık benim tanıklık dönemimin hikâyesi. Az sonra…

Videonun Doğuşu

Sinemanın filmi vardı; televizyon ise ilk zamanlarında bütünüyle canlı idi. O yıllarda yayınlanan her şey “an”a aitti. Fakat kısa sürede bu anları kaydedebilmenin yolları arandı. 1940’larda, “kinescope” denen bir yöntem geliştirildi: televizyon ekranındaki görüntü doğrudan filme çekiliyor, böylece yayın sonradan da izlenebiliyordu. Evet, kulağa garip geliyor ama o yılların teknolojisi buydu.

Gerçek kırılma 1956’da yaşandı. Ampex firmasının geliştirdiği 2 inçlik Quadruplex video kayıt sistemi, stüdyolara devrim gibi girdi. Artık görüntü manyetik banda kaydediliyor, istenirse anında izlenip yeniden kullanılabiliyordu. Film banyosu beklemek tarih oldu; haber bültenleri, programlar çok daha hızlı hazırlanabilir hâle geldi. Görsel dünya artık yalnızca “çekilen” değil, “kaydedip geri sarılabilen” bir dünyaydı.

1950’lerin sonundan 60’ların ortasına kadar video hâlâ profesyonellerin elindeydi. Devasa kayıt cihazları, ağır makaralar ve teknik bilgi gerektiriyordu. Ancak televizyon renklenmeye, standartlar oturmaya başlayınca, video da yayıncılığın omurgası hâline geldi.
1965’e gelindiğinde tablo netti: film sinemanın kalbinde, video ise televizyon stüdyolarının beynindeydi. Sony’nin açık makaralı erken ev tipi VTR (Video Tape Recorder) denemeleriyle evlerin kapısı da aralanmaya başladı..


Kişisel Tanıklıklarım

Böylece insanın en eski dönemlerinden, benim kuşağımın tanık olduğu dönemine geldik.
Geçmişin izini sürerken, kimi yerde zamanın sınırlarını aştığım da oldu; ama zaten teknolojiye ya da zamana kesin çizgiler çekmek hiç mümkün değil.
Şimdi gelin, aynı yolculuğu bu kez kendi tanıklıklarımdan, yaşadıklarımdan ve hafızamın arka odalarından kopup gelenlerle sürdürelim.

Görsel Sanatlar – Kısacık Bir Tanıklık

Günümüzde “Görsel Sanat” deyince çoğumuzun aklına duvarlardaki Pop-Art çalışmaları, Andy Warhol’un o meşhur Marilyn yüzleri, çizgi roman tadında afişli tablolar ve sokakta aniden karşımıza çıkan Banksy grafiti geliyor.

Fotoğrafta da durum benzer: stüdyodan sokağa indik. Siyah-beyaz aile albümlerinden Polaroid karelere, oradan dijital makinelere ve cep telefonlarına… Artık iş basit: çek, biraz düzenle, paylaş. Instagram ve YouTube derken, hepimizin ortak bir görsel dili oluştu. Fırça bazen sprey boya oldu, bazen de cebimizdeki kamera.

Bizde de tablo uzak değil. Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları hafızayı kurdu; Bedri Rahmi desenleriyle sıcak, tanıdık bir dil yakaladı; Burhan Doğançay duvarlardan Mavi Senfoni’yi çıkardı. Yeni kuşakta Refik Anadol, veriyi ışığa çevirip “dijital enstalasyon”u günlük hayatın parçası yaptı.

Özetle; duvardaki afiş, sokaktaki stencil, telefondaki fotoğraf…
Hepsi aynı şeyi söylüyor: “Gördüğümüz dünyaya küçük de olsa bir iz bırakalım.

Fotoğrafın Dönüşümü

Benim görsel yaratımı ile ilgili kişisel yolculuğum, ilk çocukluk yıllarında mağara insanları misali kâğıtları çiziktirmek, çöp adamlardan hikâyeler uydurmak dışında; amcamın Kore’den hediye getirdiği kırmızı bir fotoğraf makinesi ile başladı. Ne fotoğrafçılıktan anladığım vardı, ne de makineyi nasıl kullanacağımı biliyordum. Ama o kırmızı oyuncak makine, bana “zamanı dondurma” hissini ilk kez tattırdı.

Lise yıllarımda; babamın Almanya’dan getirdiği 35 mm’lik film kullanan fotoğraf makinesi artık zamanı dondurma eylemine yeni özellikleriyle farklı bir boyut kattı. O, mutlu anlarımızı dondurup, albüm dediğimiz belleklerde saklamamızı sağlayan bir araçtı. Dostlar, akrabalar, bayramlar, özel günler, geziler… Yaşadığımız güzel anlar hep onunla ölümsüzleşiyordu.
Bir hobi, fark etmeden ortak hafızamızın önemli bir malzemesine dönüşmüştü.

Üniversite yıllarında yaz stajlarımdan birini Diyarbakır’da TRT’de yaptım. Staj bitiminde yolumu doğruca o zamanlar açık pazar durumundaki Kilis’e düşürdüm; uygun fiyatla Rus yapımı Zenith marka bir ‘refleks makine(13)’ buldum, stajdan kazandığım paranın bir kısmını ona yatırdım. Böylece fotoğrafçılıkta önümde bir kapı daha açılmış oldu. Bu makine sayesinde sadece “bakmak” değil “görmek” de gerektiğini fark ettim. Kadraj, ışık, netlik… Amatörlükten yarı-profesyonelliğe doğru önemli bir adım atmıştım.

1980-90 yıllarında mikro-elektronik alanında bir devrim yaşanıyordu. Elektronik cihazlar küçülüyor, mekanik olanlar elektroniğe evriliyordu. Böylelikle çoğunlukla yayıncılık alanında kullanılan cihazlar da yavaş yavaş kişisel kullanım alanına girmeye başlıyordu. İşte bu geçişte bir İngiltere seyahatimde aldığım Panasonic cep kamerası benim için dönüm noktası oldu. Sigara paketinden biraz küçük, gömlek cebine sığan bu cihaz, fotoğrafın yanı sıra kısa da olsa dijital video çekebiliyordu. Londra Akvaryumu’nda köpekbalıklarını çekerken etrafımdaki İngiliz gençlerin elimdeki makineye hayranlıkla bakışlarını, aralarında fısıldaşmalarını unutamam. O an fark ettim ki, teknoloji yalnızca kolaylık değil, aynı zamanda prestij ve hayranlık uyandıran bir unsurmuş.

Elbette refleks makineler de bu gelişimden payını aldı. Yıl 2012 civarı. Bir Canon EOS-600D refleks fotoğraf makinesi aldım. Fakat daha tadını çıkaramadan, Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okuyan oğlum Evren, “Bu benim mesleki aracım” diyerek makinemi resmen “gasp” etti. Neyse ki kısa süre sonra EOS-700D modeli çıktı ve ben de soluğu AnkaMall’da alıp kendime daha yeni modelini aldım. Paketi ofiste yabancı uzman arkadaşlarımla birlikte açtık. Onların gözlerindeki merak ve hayranlık bana gösterdi ki, teknolojiye duyulan ilgi gerçekten evrenseldi.

Ve geldik günümüze…

Bugün artık cep telefonları yalnızca iletişim için değil, fotoğraf ve video çekmek için de en pratik araçlardan biri. Artık anı yakalamak sadece birkaç meraklı kişiye değil, cebinde telefon bulunan herkese açık. Üstelik fotoğraf ve video yalnızca çekilmekle kalmıyor; düzenlenebiliyor, arkadaşlarla — hatta sosyal medya sayesinde— dünyayla anında paylaşılabiliyor. Görsellik, bireysel hafızadan çıkıp toplumsal hafızaya dönüşmüş; insanlığın en demokratik ortak alanlarından biri hâline gelmiş durumda.

Sinemanın Işığı

Çocukluğumun Ankara’sında sinemayla ilk tanışmam, “Kadınlar Matinesi” adı verilen o unutulmaz Çarşamba sabahlarından birinde oldu. Annem elimden tutmuş, komşu kadınlarla birlikte mahallece Cebeci Sineması’nın yolunu tutmuştuk. Salon tıklım tıklım doluydu. O gün izlediğimiz film Zeki Müren’in Kırık Plak (1959) filmiydi. Perde karardığında herkes sessizliğe gömüldü; derken müzik yükseldi, yüzler ekranda belirdi. Film ilerledikçe salondan hıçkırıklar yükselmeye başladı. Kadınlar mendillerine sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Ben ise ne olduğunu anlamadan, büyüklerin bu davranışına şaşkınlıkla bakıyordum. Ara verildiğinde fuayeye çıktık; bir köşede, cam çerçeve içinde gerçekten de bir “kırık plak” sergileniyordu. O gün, sinemanın yalnızca izlenmediğini, hissedildiğini de öğrendim.

Renkli filmler dönemine geçtiğimizde perdeler birden canlanmıştı. O dönemde izlediğim en unutulmaz filmlerden biri, Julie Andrews’un başrolünde oynadığı The Sound of Music (Neşeli Günler – 1965)’ idi. Avusturya’da Nazilerden kaçan bir ailenin hikâyesini anlatan bu film, hem müzikleriyle hem renkleriyle içimize umut serpmişti. O filmi hatırladığımda hâlâ içimden ‘Do-Re-Mi’ diye mırıldanırım.

Sinemalar o dönem birer kültürel buluşma yeriydi. Bilet sıralarında sohbet edilir, 10 dakikalık aralarda fuayede gazoz içilir, hele de Açıkhava Sinemasında iseniz çekirdek çıtlatılır, perdedeki kahramanlarla birlikte coşar, birlikte sevinir, birlikte üzülürdük. O perdeye bakarken hepimiz adeta aynı hikâyenin vazgeçilmez birer parçasıydık. Perdede kahramanlar değişirdi ama biz hep aynıydık; mutluyduk, umutluyduk, heyecanlıydık, insandık.

Televizyon Tanıklığım

Televizyonla tanışmamız, Ankara’da TRT’nin ilk düzenli yayın yıllarına denk geldi (1968). Haftada iki günle başlayan, sonra üç güne çıkan yayınlar… Akşam 19.00 civarı açılış sinyali duyuldu mu, evin havası değişirdi. O an sanki bütün ülke nefesini tutar, herkes aynı anda o tek ekrana dönerdi. Yayınlar gece 23.00’te İstiklâl Marşı’yla biterdi; ekranın ortasında “Lütfen televizyonunuzu kapatmayınız” uyarısı çıkar, biz de o ekrana uzun uzun bakakalırdık.

Televizyon; üstünde dantel örtüsüyle, evin başköşesinde, genellikle misafir odasında olurdu. Pencereden çatıya seslenmeler: “Biraz sola çevir!” — “Dur, dur, karıncalandı!”. Ev, yayın günlerinde küçük bir salona dönüşür; Halit Kıvanç’ın deyişiyle Telesafir’ler doluşur, çaylar demlenir, yayın başlar, herkes sus pus olur, pür dikkat kesilirdi. Tekin Akmansoy’un Kaynanalar’ı, Kaçak, Bonanza, Komiser Columbo… Aynı ekrana bakıp birlikte gülmeyi, birlikte “aaa!” demeyi orada öğrendik. Siyah-beyazdı her şey ama biz renkleri hayal gücümüzle tamamlardık.

1981’in Eurovision gecesinde Ayşegül Aldinç ve Modern Folk Üçlüsü Dönme Dolap ile sahnedeyken, biz de siyah-beyaz ekranlardan renkliye geçiyorduk — ama ne kadar dikkat kesilsek de, kimimiz ısrarla gördüğünü iddia etse de, aslında ekranda tek bir renk bile göremedik o akşam. Çünkü televizyonlarımız hâlâ siyah-beyazdı! O yıllarda renkli televizyon sahibi olmak, neredeyse yeni bir araba almak kadar prestijliydi. Annelerimiz günlerde Zeki Müren’in sahne kostümlerinin, kolyelerinin, elbiselerinin renklerini renkli televizyonu olan arkadaşlarından dinler, eve dönünce aynı heyecanla ballandıra ballandıra bize aktarırdı.

Seksenlerin sonunda TRT hâlâ tekti ama kadraj genişliyordu: dış çekimler, canlı bağlantılar, haberin göbeğine inen kameralar…

Ardından doksanlar geldi; özel kanallarla dil, ritim, eğlence bambaşka bir hâle büründü, “tek kanal” hükümdarlığı tarihe karıştı. Sabah kuşakları, talk show’lar, yarışmalar derken evin gündemi artık televizyonla akıyordu. Bizimkiler, Perihan Abla, Süper Baba, Mahallenin Muhtarları… O diziler sadece hikâyeleriyle değil, mahalle kültürümüzü hatırlatmalarıyla da içimize işlemişti.

2000’lerde uydu alıcılarıyla kanal sayısı yüzlerce’ye ulaştı, biz de bunca kanalı zaplayarak büyüdük. Ardından akıllı televizyonlar geldi; YouTube, Netflix gibi platformlar salona taşındı. Televizyon dediğimiz kutu, duvarda geniş bir pencereye dönüştü. Artık program saatini beklemiyor, diziyi kaçırınca üzülmüyor, istediğimiz an açıp izliyorduk. Ama o ilk günlerin bekleyişi, topluca ekrana odaklanmanın keyfi, o “şimdi başlıyor!” heyecanı bir başkaydı.

Bizim kuşak, televizyonun doğuşuna da doruğuna da dönüşümüne de tanıklık etti. Bir ömre sığan böylesi değişim her nesle nasip olmaz.

Hareketli Hatıralar: Videonun Eve Girişi

1980’li yıllar, videonun stüdyolardan çıkıp evlerimize girdiği yıllardı. Artık yalnızca profesyoneller değil, sıradan insanlar da kendi anılarını kaydedebiliyordu. Rahmetli arkadaşım Asım, Amerika’dan mini VHS kaset kullanan bir video kamera getirmişti. Birkaç denemeden sonra ona pek hitap etmediğini söyleyip bana sattı.

Elime ilk geçtiğinde cihaz bana uzay mekiği gibi görünmüştü. Büyük, hantal, ağır ama bir o kadar da büyüleyici… O kocaman objektiften dünyaya bakmak, o “REC” düğmesine basınca zamanı kaydetmek heyecan verici bir histi. O an, fotoğrafların donmuş karelerinden hareketli anılara resmen geçiş yapmıştım. Artık sadece yüzleri değil, sesleri, gülüşleri, hatta rüzgârın esintisini bile kaydedebiliyordum. Belleğe “hareket” katılmıştı.

Dijital Çağ

Dijital Depolama: Disklerden Buluta

Fotoğraf ve videolar önce albümlerde, kutularda, kasetlerde saklanıyordu. Sonra bilgisayar devreye girdi. Çektiğimiz görüntüler artık dijital dosyalara dönüştü. Önce disketlere, CD’lere, ardından harici diskler ve USB belleklere taşındılar. Yıllar sonra bu da yetmedi; bulut depolama kavramı hayatımıza girdi. Artık çektiğimiz kareler, dünyanın herhangi bir yerinde görünmez kasalarda saklanıyor. Yanımızda cihaz taşımaya gerek yok; internet varsa, belleğimiz daima elimizin altında.

Fotoğraf İyileştirme ve Video Montaj

Bir zamanlar fotoğraf üzerinde oynama, videoları kesip biçme sadece profesyonellerin işiydi. Montaj masaları, koca koca stüdyolar olmadan bu işler yapılamazdı. Ama teknoloji küçüldü, yazılımlar basitleşti. Şimdi basit bir bilgisayarda, hatta telefonlarda fotoğrafları düzenleyip videolara müzik ekleyebiliyor, parçaları birleştirip kendi filmlerimizi yapabiliyoruz. Birkaç tıkla tatil görüntülerimiz “belgesel”, doğum günü videomuz “klip” havasına bürünüyor. Görsellik, tanıklıktan çıkıp doğrudan hikâye anlatıcılığına dönüşüyor.

Drone Fotoğrafçılığı

Kamera bu kez gökyüzüne çıktı. Drone’lar sayesinde kuş bakışı görünüm artık herkesin erişebildiği bir estetik dil: bir şehrin meydanı, bir dağın sırtı ya da bir sahil kasabası—yukarıdan bakınca mekân bambaşka görünüyor; kadraja özgürlük ve ölçek duygusu ekleniyor. Özgürlük güzel; fakat izinler, yerel kurallar, güvenlik ve mahremiyet olmadan olmaz. Gökteyken yerdekilerin hakkını göz ardı etmemeliyiz.

2010’larda yaygınlaşan bu alanda ben de denemeler yaptım; ilk basit modellerin zayıf performansı hevesimi soğutsa da, 2023’te yarı profesyonel bir modelle geri döndüm. Eğitimimi tamamlayıp “İHA Pilotu” ehliyetimi aldım. Bugün, kurallara ve mahremiyete özen göstererek alıştırma uçuşları yapıyor, “yukarıdan bakınca derinliği, perspektifi değişen” kadrajların peşinden gidiyorum.

Yapay Zekâ ile Görseller

Derken yapay zekâ sahneye çıktı. Siyah-beyaz fotoğrafların renklendirilmesi, bozuk karelerin düzeltilmesi, hiç var olmamış manzaraların yaratılması, hayali karakterlerin üretilmesi… Artık yalnızca gördüklerimizi değil, görmek istediklerimizi de kaydedebilir hale geldik. Bir anlamda görsellik, hafızanın değil hayalin de ürünü oldu.

Burada da yeni bir sorumluluk alanı doğdu: gerçeği kurmacadan ayırmak, telif ve izinlere özen göstermek. Çünkü güçlü araçlar beraberinde güçlü bir etik ihtiyacını da getiriyor.

Üçüncü Boyutun Peşinde

Görselliğin tarihsel yolculuğunda üçüncü boyutun cazibesi hep vardı. 19. yüzyılın sonunda stereoskopla başlayan bu merak, bizde “Viewmaster” adıyla oyuncak gibi hayatımıza girmişti. İki farklı açıdan çekilmiş kareye bakıp derinliği hissetmek büyüleyiciydi. 2010’larda sinema ve televizyon yeniden 3B modasına kapıldı, özel gözlüklerle film izleme dönemi başladı. Ama baş ağrısı ve göz yorgunluğu yüzünden uzun sürmedi.

Bugünse yüzlerce dronun gökyüzünde senkronize ışık gösterileri yaparak üç boyutlu görüntüler oluşturduğunu görüyoruz. Lazer ve holografi teknikleri de hızla gelişiyor. Bugün, ışık alanı (light-field) yaklaşımları ve hacimsel görüntüleme denemeleri, hologram ve lazer gösterileriyle birlikte ‘derinlik’ arayışını laboratuvardan hayata taşımaya çalışıyor. Henüz günlük hayatımıza tam olarak girmese de üçüncü boyut hâlâ görselliğin gelecekteki en heyecan verici ufuklarından biri.


Gelecek

Mağara duvarlarına çizilen resimlerden, cebimizdeki yapay zekâ destekli telefonlara kadar uzanan yolculuk buraya kadar geldi.

Bundan sonrası? Belki holografik albümlerimiz olacak.
Belki kaybettiğimiz anılarımızı yapay zekâ yeniden canlandıracak.
Belki de hiç yaşamadığımız şeyleri bile bir gün “görsel hafızamızın” parçası sanacağız.

Ama şurası kesin: Görsellik, hem kişisel hem toplumsal hafızamızın en güçlü dili olmaya devam edecek.

Biz, 1950–70 arası doğanlar, Sanayi Devrimi sonrası ivmelenen teknolojik çağın dijital evrende doruğa ulaşan büyük dönüşümüne tanıklık eden ilk kuşağız. Bir ömre sığan bu hız, insanlığın binlerce yıl süren yürüyüşünü adeta birkaç on yıla sıkıştırarak gözlerimizin önüne serdi.

Yazıma son vermeden siz okurlarıma ölümsüzleştirdiğiniz değerli anlarınızı korumak üzere küçük ama önemli dört altın adımlık bir yedekleme rehberi önerim var:

Bir harici diskte ve bulutta birer ‘Ana Yedek’ klasörü oluşturmakla başlıyoruz.

  1. Fotoğraf / video çekim sıklığınıza göre her gün / hafta bir saatinizi ayırın;
  2. Cihazınızdaki (bilgisayar, telefon, tablet, kamera, …) fotoğraf / videolarınıza uygun olarak ‘Yıl-Ay-Gün_Yer_Konu’ düzeninde klasörler oluşturun, İlgili görsellerinizi bu klasörlere taşıyın.
  3. Klasörlerin tamamını (1) adımında oluşturduğunuz her iki ortamdaki ‘Ana Yedek’ klasörlerine kopyalayın.
  4. Cihazınızda her klasörde en iyi 10 kareyi tutun, gereksiz olanları silin.

Kalın sağlıcakla.

Mustafa Haluk Saran – 3.10.2025 / Aydın

Dipnotlar

(1) Leonardo da Vinci, Mona Lisa

(2) Michelangelo, Adem’in Yaratılışı freski

(3) Botticelli, Venüs’ün Doğuşu tablosu

(4) Rembrandt, Gece Devriyesi

(5) Gustave Courbet, Taş Kırıcılar

(6) Renoir, Teknede Öğle Yemeği tablosu

(7) Van Gogh, Yıldızlı Gece

(8) Picasso, Avignonlu Kızlar

(9) Picasso, Guernica

(10) Dalí, Belleğin Azmi

(11) Andy Warhol, Marilyn serisi

(12) “La Ciotat Tren Garı” Google Maps Koordinatları: 
43.19961126530045, 5.632771713835657

(13) Refleks makine: Vizörden bakıldığında doğrudan objektiften görme teknolojisine sahip fotoğra fmakinesi


Yararlandığım Kaynaklar

Sanat Eserleri:

Wikipedi Tr

Wikipedi En

Hareketli Görüntünün Tarihi (Anadolu Üniversitesi Yayınları)

 “Filmin Tarihi” → “Lumière Kardeşler ve Sinematograf”,

“İlk Gösterimler”,

“Perdedeki Film”;

“Videonun Tarihi”.

Görsel Kültür (Anadolu Üniversitesi Yayınları)

 “Durağan ve Hareketli Görüntünün Öyküsü”

Fotoğraf Tarihi (Anadolu Üniversitesi Yayınları)

 “Fotoğrafın Bulunuşu”

Fotoğraf Kültürü (Anadolu Üniversitesi Yayınları)

 “Optik Yoluyla Yüzey Üzerinde Görüntü”

Bu görsel ChatGPT ile oluşturulmuştur.

 

4 Comments

  • Çok güzel ve bilgi dolu bir yazı olmuş, tebrikler.

  • Haluk harika bir yazı tebrik ederim. Ders niteliğinde hazırlanmış ve çok emek vermişsin. Yüreğine sağlık

  • Çok iyi belgesel tadında bir yazı olmuş.
    Çizginin resmim gelişimi gayet güzel anlatılmış Tektek aynı şeyleri yaşadık Onun için heyecanla okudum . Büyük emekle hazırlanan yazı için çok tebrikler
    Emeğine kalemine sağlık
    Müthiş olmuş
    Kaynakça olabilir diyorum

Deniz Büyükkılıç için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et