Türk Müziğinin Serüveni

Bozkırdan Dijitale Uzanan Ezgiler

Ruhun gıdası müzik, aynı zamanda bir milletin de ruhudur. Yazılı tarih başlamadan önce bile vardı; kimi zaman bir Şamanın dua niyetine vurduğu davulda, kimi zaman Anadolu toprağına düşen bir gözyaşında yankılandı. Türk müziği de bu derinlikte bir âlem. Bozkırdan saraya, tekkeden radyoya, plaklardan TikTok videolarına kadar uzanan uzun bir yolculuk…
Bu yazımda, Türk müziğinin geçirdiği evreleri örneklerle, minik hikâyelerle, zaman zaman gülümseten anekdotlarla anlatacak; yüzlerce yılın melodisini birlikte duyumsayacağız.


Orta Asya Bozkırlarında Kopuzun Sesi

Türk müziğinin kökleri, Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında atar. Bu topraklarda; kopuz, dombra gibi telli çalgılar, tuğ adı verilen Şaman davulu ve kuray gibi kamıştan yapılma nefesli enstrümanlar yalnızca müziğin değil, ruhun da aracısıydı. Şamanlar bu çalgılarla trans hâline geçer, doğa ve atalarla temas kurduklarına inanır; müziği dua, şifa ve savaşın hazırlığı olarak kullanırlardı.

Her ezgi, bir doğa olayına benzetilirdi: rüzgâr için tiz tınılar, kartal için yankılı inişli çıkışlı melodiler, kurt için kesik tempolar…
Bir rivayete göre, savaş öncesi Şaman kopuzunu çalar ve şöyle der:
“Bu ezgi size kılıçtan önce şans getirsin. Çünkü önce ruh kazanır, sonra beden.”

Bu dönemin bize mirası; müziği yalnızca dinlenen değil, aynı zamanda hissedilebilen bir ruhsal rehber olarak kabul etmemiz oldu.


Saraydan Tekkeye: Klasik Osmanlı Mûsikîsinden Tasavvufa

İslamiyet’in kabulüyle birlikte müzik, düşünsel ve estetik bir dönüşüme uğradı. Saray mûsikîsi makam zenginliğiyle, tasavvuf müziği ise ruh derinliğiyle öne çıktı.
Enderun Mektebi, saray sanatçılarını yetiştiren bir okuldu. Burada sadece müzik değil; edebiyat, estetik ve ahlak da öğretilirdi.

Makam sistemi, Batı’nın majör–minör ikilisinden farklı olarak her biri bir ruh halini, mevsimi ya da zaman dilimini temsil eder:

  • Rast: Bahar sabahı gibi umut doludur.
    Örnekler: “Fikrimin İnce Gülü”, “Mazi Kalbimde Bir Yaradır”, “Ada Sahillerinde Bekliyorum”, “Kalamış”, “Bir İhtimal Daha Var”
  • Segâh: Dingindir, içe dönüktür.
    Örnekler: “Dönülmez Akşamın Ufkundayız”, “Kalbe Dolan O İlk Bakış”, “Seni Ben Ellerin Olsun Diye Mi Sevdim”, “Gelse O Şuh Meclise”, “Sevda Yaratan Gözlerinle”
  • Hicaz: Gurbet ve hasret yüklüdür.
    Örnekler: “Üsküdar’a Gider İken”, “Kimseye Etmem Şikâyet”, “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine”, “Sevemedim Kara Gözlüm”, “Yine Bir Gülnihal”

Itrî, Dede Efendi, Hacı Arif Bey ve Tanburi Cemil Bey, bu müziğin kilometre taşlarıdır.

Şöyle bir anekdot duymuştum: Saray danışmanı olarak İtalya’dan transfer edilmiş olan Donizetti Paşa bir gün Dede Efendi’ye takılır:
“Sizin müzik hep ‘tennenni, tennenni’. Başka bir şey yok…”
Dede Efendi bu sözlere çok bozulur. Odasına kapanır, gece boyunca bestesini yapar. Sabah Donizetti’ye dinletir:
“Al sana müzik; içinde hem tennenni, hem vals, hem de raks var… Buyur dinle.”

Bu eser Gülnihal ya da Neşe-i Muhabbet olabilir, emin değilim. Mesaj gayet açıktır: Doğu, Batı’ya zarafetle cevap vermiştir.


Nefesle Ses Arasında: Tasavvufta Müzik

Tasavvuf müziği nefesle başlar.
Ney, ayrılığın ve hasretin sembolü olurken; kudüm, ritmi; ilahiler ise sözün duaya dönüşümüdür.
Mevlevî ayinleri, atomdan kainata; evrensel dönüşü simgeler. Dönen semazenin sağ eli yukarıdır: “Hak’tan alır”; sol eli aşağıda: “Halk’a veririm”.

Bektaşi nefesleri ise daha halktan gelir. Mizah, eleştiri ve tevazu ile doludur. Bu ezgiler için en doğru tarif belki de şudur:
“Dışta müzik gibi duyulur, içte dua gibi yankılanır.”

Bu müziğin en bilinen nefeslerinden biri “Gel Gör Beni Aşk Neyledi”, Yunus Emre’nin dizeleridir. Ve elbette, ney denince akla gelen isimlerden biri Neyzen Tevfik’tir. Onun üflediği ney, sadece bir enstrüman değil; isyan, hüzün ve derin bir teslimiyetin nefesle dile gelişidir.


Halkın Sazla Anlatılan Hikâyesi

Anadolu halk müziği, büyük laflar etmeden büyük duygular anlatır.
Bağlama, her yörede farklı adlarla anılır: cura, tanbura, divan sazı…

Formlar:

  • Türkü: En yaygın anlatı; gündelik hayatı, sevgiyi, özlemi dile getirir.
    Örnekler: “Çayır Çimen Geze Geze”, “Kara Tren”, “Yüksek Yüksek Tepelere”
  • Ağıt: Kayıp ve yasın sesi; bir felaket, bir ayrılık ya da bir ölüm karşısında söylenir.
    Örnekler: “Çanakkale İçinde”, “Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor”
  • Uzun Hava: Serbest ritimli, doğaçlamaya dayalı; özellikle Orta ve Doğu Anadolu’da yaygın.
    Örnekler: “Ah Yalan Dünya”, “Mihriban”, “Bülbülüm Altın Kafeste”
  • Kırık Hava: Ölçülü ve ritimli türkü formu; oyun havaları, zeybekler, halaylar bu sınıfa girer.
    Örnekler: “Fidayda”, “Drama Köprüsü”, “Harmandalı Zeybeği”

Âşık Veysel (Uzun İnce Bir Yoldayım, Kara Toprak), Neşet Ertaş (Zahidem, Neredesin Sen), Karacaoğlan (İncecikten Bir Kar Yağar, İki Turnam Gelir, Elif Dedim), Pir Sultan Abdal (Dostum Dostum, Kul Olayım Kalem Tutan Ellere, Gafil Gezme Şaşkın)… Âşıklarımızdan sadece birkaçı.

Onlar ne nota bilir, ne mikrofona söylerdi. Ama her ezgi yaşamın içinden, yürekten kopar, gelir.


Bağlamanın Şehre Göçü

1950’lerden itibaren iç göç başladı. Bağlama, şehre geldi ama salonlara girmeye çekindi, yadırgandı. Bu durum uzunca bir zaman sürdü. Ama nihayetinde tanıştı salonla. Böylece yeni bir tarz oluştu: Şehirli Halk Müziği.

Arif Sağ, Musa Eroğlu ve Belkıs Akkale gibi ustaların öncülük ettiği akım, halk müziğini hem sahneye hem de geniş kitlelere taşıdı. Arif Sağ’ın “Dostum Dostum” yorumu, Musa Eroğlu’nun “Mihriban” ve “Halil İbrahim Sofrası” eserleri, Belkıs Akkale’nin “Bir Fırtına Tuttu Bizi” yorumu bu dönemin hafızalara kazınan örnekleri oldu.

TRT kayıtları ve konser salonları, bu müziğin şehir kültürüyle buluşmasını sağladı. Ardından gelen Erkan Oğur, Sabahat Akkiraz ve Tolga Sağ gibi isimler, “Fikrimin İnce Gülü”, “Gelin Canlar Bir Olalım” ve “Gün Ola Harman Ola” gibi eserlerle bu geleneği modern bir yorumla zenginleştirdiler.


Aranjmanlar Dönemi: Melodiler İthal, Sözler Yerli

1960’larda Batı’dan gelen şarkılara Türkçe sözler yazıldı; “Abidik gubidik twist’e gel”, “Covani covani covani, salataya koydum soğani” gibi böyle derin(!) sözler. Daha “Söz Yazarı” diye bir kavram yok henüz. Kimi mizah dedi bunlara, kimi yozlaşma…

Bu dönemde anlamlı sözler de gördük. Ajda Pekkan (İki Yabancı, Hoş Gör Sen), Erol Büyükburç (Little Lucy, Altın Tasta Üzüm Var), Tanju Okan (Hasret, Kadınım) gibi isimler de böyle yükseldiler. Yanlarına Füsun Önal (Oh Olsun) ve İlham Gencer (Bak Bir Varmış Bir Yokmuş) gibi dönemin renkli sesleri eklendiğinde, aranjman rüzgârı iyice görünür hale geldi.

Bu akım, Batı’yla ilk yüzleşmeydi ama kimliğimizi bulmak uzun zaman alacaktı. Eurovizyon şarkı yarışmalarında bir Avrupaya yaranma yarışı başladı; “Opera opera opera” ya da “Aman da Petrol!” gibi örnekler unutulmaz.


Direniş, Kabulleniş, Tüketim: Müzikte Üç Dönem

Anadolu Pop (60’lar sonu – 70’ler):
Batı’nın rock müziği ile Anadolu’nun halk ezgilerini kaynaştıran bir dönemdi. Bağlama ile elektro gitar aynı sahnede buluştu, hem başkaldırı hem de arayışın sesi oldu.
Barış Manço (Dağlar Dağlar, Gülpembe), Cem Karaca (Resimdeki Gözyaşları, Tamirci Çırağı), Erkin Koray (Şaşkın, Fesupanallah), Moğollar (Garip Çoban, Bir Şey Yapmalı), Kurtalan Ekspres (Barış Manço ve Cem Karaca’yla birlikte sahne performanslarıyla öne çıktı).

Arabesk (70’ler sonu – 80’ler):
Gecekonduların, işsizliğin ve dışlanmışlığın müzikteki yansımasıydı. Kırgınlık, kadere boyun eğiş ve hüzün; isyandan çok kabullenişin melodisi duyuldu. Yasaklandı ama sokakta, otobüste, kahvede yankılandı.
Orhan Gencebay (Dil Yarası, Batsın Bu Dünya, Bir Teselli Ver), Ferdi Tayfur (Çeşme, Huzurum Kalmadı, Emmoğlu), Müslüm Gürses (Hangimiz Sevmedik, İtirazım Var, Küskünüm).

90’lar Pop:
Türkiye’nin dünyaya açıldığı, pop müziğin altın çağıydı. Albümler milyonlar sattı, klipler televizyonlarda gün boyu dönmeye başladı. Ancak endüstrileşme, ruhu biraz zedeledi; sipariş besteler ve “tek hitlik” kariyerler çoğaldı.
Tarkan (Şımarık, Hepsi Senin Mi?, Dudu), Sezen Aksu (Hadi Bakalım, Tükeneceğiz, Gülümse), Nilüfer (Kar Taneleri, Dünya Dönüyor), Kenan Doğulu (Yaparım Bilirsin, Tutamıyorum Zamanı).


Operetlerden Müzikallere: Müzik Sahnede

Cumhuriyetin ilk yıllarında müzikte Batı’ya yönelme akımı başladı. Ulvi Cemal Erkin (Köçekçe, 1. Senfoni), Cemal Reşit Rey (12 Anadolu Türküsü, Lüküs Hayat), Hasan Ferit Alnar (Kanun Konçertosu, İstanbul Süiti) ve Ahmet Adnan Saygun (Yunus Emre Oratoryosu, Özsoy Operası) gibi besteciler bu dönemin öncülerindendi. Pek çok halk ezgisini klasik Batı müziği formlarında yorumladılar; hem milli kimliği sahiplendiler, hem de evrensel bir müzik dili yaratmaya çalıştılar.

Zeki Müren’in de rol aldığı “Ayşem” gibi operetler, Cumhuriyet’in ilk döneminde Batı sahne geleneğinin Türkiye’deki yansımalarından biri oldu. Bestesi Cemal Reşit Rey’e, librettosu Ekrem Reşit Rey’e ait olan bu eser, hem sahne düzeni hem de müzik diliyle modern bir operet anlayışını temsil ediyordu.

Ardından, 1964’te sahnelenen “Keşanlı Ali Destanı” geldi. Haldun Taner’in Türk tiyatrosuna hem epik tiyatro hem de halk kültürünü harmanlayan bir başyapıt olarak kazandırdığı bu eser, Ulvi Uraz tarafından sahneye kondu. Müziklerini Yalçın Tura besteledi; halk motifleriyle batı armonisini ustaca buluşturdu. Oyuncu kadrosunda Gülriz Sururi (Zilha), Engin Cezzar, Genco Erkal ve Füsun Erbulak gibi isimler vardı. Sururi’nin sahneye taşıdığı Zilha karakteri, oyunun unutulmaz yüzü oldu. Bu buluşma, tiyatroyu halkın gündelik yaşamından hikâyelerle beslerken, müziği de sahnenin ayrılmaz bir parçası haline getirdi.

1980–1982 yılları arasında Egemen Bostancı’nın yapımcılığında, Haldun Dormen’in yönetmenliğinde sahnelenen “Hisseli Harikalar Kumpanyası”, Türk sahne sanatlarının en görkemli müzikallerinden biri oldu. Erol Evgin, Nevra Serezli, Mehmet Ali Erbil, Adile Naşit, Ayşen Gruda, İlyas Salman ve Kartal Kaan gibi sanatçıların rol aldığı eser; Melih Kibar’ın besteleri, Çiğdem Talu’nun sözleri ve Esin Engin’in düzenlemeleriyle “Hep Böyle Kal” ve “Söyle Canım” gibi unutulmaz şarkıları kazandırdı.

1982–83 sezonunda sahnelenen “Neşe-i Muhabbet”, Emel Sayın’ın başrolde yer aldığı; repertuvarı Yıldırım Gürses’in bestelerinden derlenen bir müzikaldi. Metin Akpınar’ın yönettiği yapımda sahnede Şener Şen, Mehmet Ali Erbil, Ayşen Gruda, Adile Naşit, İlyas Salman ve Coşkun Sabah yer aldı. Bu müzikal, sadece güçlü kadrosuyla değil, aynı zamanda Coşkun Sabah’ın ilk kez seslendirdiği “Bir Pazar Günü” şarkısını da seyirciyle buluşturmasıyla hafızalara kazındı.

Bu tür eserler, tiyatro ile müziği aynı sahnede buluşturarak, hem eğlenceyi hem de kültürel hafızayı canlı tutan köprüler oldu.
Egemen Bostancı’nın vefatıyla bu dönemin ışığı yavaş yavaş sönmeye başladı; o güzel performanslar sahnede sessiz bir seda gibi asılı kaldı.


Küresel Tanınma: Neşet Ertaş ve UNESCO

2010 yılına geldiğimizde, UNESCO Neşet Ertaş’ı “Yaşayan İnsan Hazinesi” ilan etti. Bu, sadece bir unvan değildi; Anadolu bozkırlarından çıkan bir ozanın sözle, sazla, tevazu ile dünya çapında takdir edilmesiydi. Neşet Ertaş, babası Muharrem Ertaş’tan aldığı geleneği modern çağın sahnelerine taşıdı; kendine has tavrı, “bozkırın tezenesi” diye anılmasını sağladı.

Onun sazından çıkan tını, kimi zaman yürek burkan bir ağıt, kimi zaman içli bir uzun hava, kimi zaman da düğünlerde halaya kaldıran bir kırık hava oldu. “Gönül Dağı”, “Ah Yalan Dünya”, “Zahidem” dillerden düşmedi; “Neredesin Sen” ve “Yazımı Kışa Çevirdin” gibi eserleri ise birer kült haline geldi.

Neşet Ertaş’ın en büyük özelliği, ne nota bilmesi ne de büyük sahnelerin ışığıydı; onun gücü, halktan aldığı duyguyu yine halka, yalın ve sahici biçimde geri verebilmesindeydi. Onun sayesinde bozkırın sesi, dünyanın kulaklarına ulaştı. Bugün UNESCO’nun verdiği unvan, aslında Anadolu insanının gönlünde çoktan verilmişti: O, yaşayan bir hazineydi.


Dijital Dönem: Tıklandıkça Varsın

2000’lerle birlikte müzik, kaset kutularından dijital ekranlara göç etti.
CD raflarını Spotify listeleri, müzik marketlerini YouTube kanalları unutturdu. Artık şarkılar plak kapaklarında değil, algoritmaların önerilerinde karşımıza çıkıyordu.

Ezgi artık üç dakika değil, otuz saniye sürmeliydi; yeni kuşak daha uzun dinlemeye tahammül edemiyordu çünkü. Dinlenmekten çok izlenmek, beğenilmekten çok tıklanmak değerliydi. Müzik endüstrisinin algoritmaya teslim olduğu bu dönemde, sanatçılar birer “içerik üretici”ye, eserler ise akışta kaybolan anlara dönüştü.

Ama bu hızlı çağda bile umut pencereleri aralıktı. Çünkü aynı anda hem TikTok danslarıyla milyon kez izlenen şarkılar vardı, hem de 12 yaşında uduyla Mevlevî taksimi çalan çocuklar… Bağlamayı ekranın karşısında değil, dedesinin dizinin dibinde öğrenen gençler vardı.
Bir köy evinde sabaha kadar çalınan türküler, hâlâ yüreklerin derinliklerinde çınlıyor ve içimizi titretiyor.

Bu topraklarda müzik sadece çalınmaz; bazen susularak da söylenir. Ve biz sustuğumuzda bile, o melodiler içimizde çalmaya devam eder…


Ruhun Ezgisi Bitmez

“Bir notayla başladı bu yazı,
Sazla söylendi, beat’le çarpıldı,
Şimdi neyle kapanır bilmem…”

Ama şunu iyi biliyoruz:
Müzik yalnızca ses değil.
O, bazen kelimelerin anlatamadığı bir iç çekiştir.
Bir bakışın tercümesidir.
Bir yanıtı olmayan sorudur.
Hafızasıdır — çocukluğun, ilk aşkın, bir ayrılığın, bir kavuşmanın…
Biz unutsak da o bizi unutmaz.
Çünkü müzik; kalbin attığı her yerde vardır.
Ve biz sussak da o konuşur.


Son Söz

Türk müziği sadece doğunun değil, batının da değil…
Sadece geçmişin ya da geleceğin değil…
Hepsinin toplamıdır.
Bir türküyle büyüyen,
Bir valsle sevdalanan,
Bir beat’le başkaldıran herkese aittir.

Ve unutmayalım ki:
Müzik hepimizden daha uzun yaşayacak.
Ama biz de, onunla birlikte yaşamayı başarabilirsek hayat daha da anlamlı olacaktır.

Vesselam.

Mustafa Haluk Saran – Monzuno yakınları / Bolonya / İtalya / 23.08.2025


7 Comments

  • Keyifle okudum.bilgilendirmenin yanında ruh okşayan yazı. Çok teşekkür ettim. Kalemin daim olsun

  • Tebrikle, yine okuyarak hem keyif aldık hem öğrendik.🤗

  • Ellerine, KALEMİNE sağlık. Tam bir özet olmuş. Ancak yazının sonunda bahsettiğin müziği 30 sn.’ye indirgeyen kuşak mensupları için müziğin tarihimiz boyunca yaşamın her alanında kullandığını (askeriye, eğitim-öğretim, tedavi, ibadet, eğlence vs.) biraz daha vurgulasaydın belki bir kaçı araştırmaya girebilirdi. Gerçi bu güzel Yazını bile sonuna kadar okuma şansını kaç genç yakalayabilir tartışılır. Tanıtım ve ilgi toplamak amacıyla adı geçen müzik türlerinin işitsel örneklerini (amman dikkat 3 saniyeyi geçmesin :-)) koymak işe yarayabilir.
    Yazılarının devamını sabırsızlıkla bekliyoruz. Sevgiler.

    • Değerli yorum ve öneriler için çok teşekkür ederim.
      Müzik hakkında daha pek çok yazı yazmayı düşünüyorum. Önerilerinizi dikkate alacağım.
      Yazılarımda sesli örnekler koymak iyi fikir ama 3 Sn. çok az. Haydi anlaşalım 5 Sn. olsun 🙂
      Yazılarımı gençlerle paylaşabilirsiniz. Birkaç gencin ilgisini çekebilirsek, onlar kendi aralarında yayarlar zaten.
      Dünyaca “Bilgi Toplumu” olduk ama yararlı içerik üretimi maalesef yetersiz.
      Selam ve sevgilerle.

  • Tebrikler, teşekkürler… Müziğimiz bile tek başına, çağdaş evrensel uygarlık ve kültüre kattıklarımızı göstererek, yılgınlık göstermememizi ve geleceğe umutla bakmamız gerektiğini söylüyor…

  • Haluk bey yine yapmışınız yapacağınızı, bir konu böylesi sıkılmadan okunacak halde, merak uyandıracak, bilgi vererek yazılır ve anlatılabilirdi. Kaleminize, düşüncelerinize, elinize sağlık çok teşekkür ediyorum ve yenilerini bekliyoruz.

Baha Sedat AYDIN için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et